11 Mart 2015 Çarşamba

Attila İlhan İle Şiir ve Roman Üzerine Söyleşi

flickr.com
Yağmur Dergisi
Ülkemizin yetiştirdiği önemli şairlerden Attila İlhan ile röportaj için gittiğimizde bize söylediği ilk söz, "Çocuklar nereden aklınıza geldi dergi çıkarmak!" oldu. Elbette, bu, yıllarını şiirle yoğurmuş düşünce adamı, bu işin zorlu bir görev olduğunu biliyordu. Biz "atıldık reh-i sevdaya, bir şem'a da biz tutuşturalım dedik!" diye masasının çevresine oturduk. Başındaki kasketi ile her zamanki klasik görünümünde olan Şair, yine o güleç çehresi ve zeki bakışlarıyla bizleri adeta okşuyor gibiydi. Sorularımızı hazırlamıştık ama, onun akıcı ve berrak ve bilgi yüklü konuşması karşısında bazen soracağımız soruları sormaktan vazgeçiyor, bazen de ahengi bozmamak için nefes alma molalarında kısa bir şekilde suallerimizi araya sıkıştırıyorduk. Attila İlhan, Sisler Bulvarı'ndaki gibi kah sisli bakışlarını, kah aydınlığa çıkan çehresini bizlere çevirerek trans haline geçmiş bir medyum gibi sorularımızın cevaplarını verdikçe bu, Osmanlı hayranı insana bizler de hayran olmaktan kendimizi alamıyorduk. Evet, işte size Yağmur'un ilk sayısında Düşünce Armonisi bölümünde sunacağımız kısım, bu röportajdan (belki sohbet desek daha uygun olacak) bazı kesitlerdir. Üç-üç buçuk saate yakın sohbetimizden aldığımız Şairin şiir ve roman üzerine görüşlerini aşağıda sunarken, yorumu okuyucularımızın takdirlerine bırakıyoruz...

Yağmur: "Şiir okunmuyor, şiir bitti." gibi sözler duyuyoruz çevreden. Sizce bunların aslı nedir?

A. İlhan: Hayır, bu doğru değil! Mesela, Beyoğlu Kitap Fuarı'nda bakıyorsunuz, inanılmaz rakamlarda kitap satılıyor. Eğer bu insanlar bu kitapları okuyorlarsa, ciddi şekilde bir edebi merak var demektir. Çünkü aldıkları kitapların çoğu edebi. Öte yandan, gerek dergiler, gerek gazetelerin bir kısmı, gerek magazin dergilerine iletilen mektupların büyük bir çoğunluğu, şiir gönderen insanlardan geliyor. Şiir yolluyorlar. Anadolu'nun her tarafından şiir yağıyor. TRT 2'de bir programım var. O programda bana gelen mektupların dörtte üçü şiirlerini gönderen adamlar! Çok bu insanlar. Yani Giresun'un falanca bucağının filanca köyünden bir arkadaş, o programı izleyip bana şiir gönderiyor. Şiirini niye gönderiyor? Demek ki, bizim halkımızın aslında bir şiir merakı var. Olması da son derece doğal. Çünkü bizim bin senelik kültürümüzün temeli şiirdir. Kitapları bile manzumdur. Geçmiş tarihimiz de öyledir. Bu yüzden halkın böyle bir eğilimi var. Peki, neden "Edebiyat alaka görmüyor, şiir öldü." gibi bir hava içinde oluyoruz? Kiminle konuşsak, "Hayır, bu iş bitti!" diyor. Kimse şiir okumuyor herhalde. Ben inanmıyorum. Neden inanmıyorum? Çünkü bunun canlı bir şahidiyim. Benim şiir kitaplarımı biz her sene yeniden basıyoruz. Bu, bir kitap değil, iki kitap değil, on-bir tane şiir kitabı... Bunlar sürekli basılıyorlar ve sürekli bitiyorlar... Bunları insanlar alıp okuyorlar değil mi? İkincisi; hadi ben kendimi örnek göstermeyeyim. Nazım' ın kitapları satılıyor, Yahya Kemal' in kitapları satılıyor, Necip Fazıl' ın kitapları satılıyor, Ahmet Arif’ in kitapları satılıyor. O zaman, konuya şöyle bir yerden bakmak lazım. Bir kere şiir açısından olaya bakarsanız, Türk halkının şiir okumadığı doğru değil, şiir okuyor. Şiire alaka göstermediği de doğru değil, alaka gösteriyor. İşte bunlar canlı örnekler... Hatta ben bunu Fransızlar'a söyledim. Çok da şaşırdılar. Türkiye, dünyada, şiirle reklam yapılan tek ülke. Başka hiçbir ülkede böyle birşey göremezsiniz; şiirle reklam yapsınlar. Bant satmak için şiir okuyor adam. Türkiye'de bunu birçok radyoda dinliyorsunuz. O zaman Türk okuru şiir okumuyor değil; Türk okuru şiiri seçiyor. Her şiiri okumuyor. Şiir yazanların önce buna dikkat etmeleri gerekir. Ona sıcak gelen bir ses var; o, ancak bu sesi taşıyan şiirleri okuyor. Çünkü bu şairler, düşünceleri, ideolojileri ne kadar birbirinden farklı olursa olsun bizim geleneksel Türk şiirinin sesini kullanan şairlerdir. Necip Fazıl da öyle kullanır, Nazım da onu kullanır, ben de onu kullanıyorum, Ahmet Arif de onu kullanır. Geleneksel Türk şiirinin bir sesi vardır. Bu ses nereden geliyor? Ben bunu çok düşündüm. Bir defa, kesinlikle Türk musikisinden geliyor. Biz doğduğumuz andan itibaren, farkında olarak veya olmayarak bu musikinin içinde büyüyoruz. Ninnilerimiz bile belli bir makamda söyleniyor. Belki segah, belki yegah... Sokakta bir satıcı geçiyor. Bir hava tutturuyor. Bakıyorsunuz Türk halk şarkılarının ritminde bir şey söylüyor. Müezzin ezan okuyor; o da makamlı... Sabah ezanı saba makamında okunuyor. Sen doğduğun zaman bile bu ritim içinde büyüyorsun. Kulak bunu sağlıyor sürekli. Bu sese aykırı bir ses karşına gelince, insiyaki olarak reddediyorsun. Yani bilinçle yapmıyorsun; şuuraltına perçinleniyor. Çünkü 1940'tan itibaren özellikle Garip Hareketi'nden sonra Türkçe'de şiirin işlevinde bir şiir geliştirilmiştir. Sanki yabancı dilden çevrilmiş bir havada. Hala var o şiirler Türkiye'de. Şimdi okunmuyor dedikleri şiir o. Türk halkı o şiiri okumuyor.

Yağmur: Bu tarz yazan şairlere örnek olarak kimler verilebilir?

A. İlhan: Bütün İkinci Yeniciler' i söyleyebilirsiniz. "İkinci Yenici" dediğimiz şairler Türkçe kelimelerle yazıyorlar, fakat çeviri gibi bir şey. Onların şiirlerini Türk halkı okuduğu zaman o sesi bulamıyor.

Yağmur: Sezai Karakoç bunlara dahil oluyor mu?

A. İlhan: Sezai onlardan değildir. Sezai'de geleneksel ses kısmen vardır. Çünkü bu ses ritim gerektiriyor. Bakın bu çok önemli. Bizim aruz şairlerimizde de hece şairlerimizde de lirik dil vardır. Ben kendi hesabıma, çocukluğumdan itibaren her iki şiiri de çok yakından izledim ve okudum. Hatta bir çoğunu da ezbere bildiğim için o sese sahibimdir. Hatta benim bazı şiirlerim var, ben bunların alaturka makamlarını isimleriyle yazdım. Herkes onları aruz sanıyor. Halbuki aruz değil onlar. Mefailün mü,failün mü? Hayır değil. Alakası yok. Onlar serbest şiirler. Öylesine hazmetmişim ve öylesine bir yere getirmişim ki, serbest söylediğim zaman bile o ses, onun içine giriyor. Serbest şiirlerim seviliyor. Birçoğu da bestelendi onların. Neden? Çünkü böyle bir memleketin bin senelik geleneğinin yeni bir aşaması onlar. O ses demek ki, serbest olarak da söylenebilir ve günümüzün muhtevasını da ifade edebilirmiş. Bunu söylediğin, yaptığın zaman Türk halkı seni kesinlikle reddetmez. Kitabını da alıyor, okuyor, tepesinde gezdiriyor. Bu bir gerçek.

Yağmur: Şiir okunmuyor diyenlerin gözünden kaçan konu bu herhalde.

A. İlhan: Evet, "şiir okunmuyor" diyenler, Türk şiirinin geleneksel sesini yenileştirmeyi bilmeyenler, Türkçeyi yanlış bir düzeyde kullananlardır.

Yağmur: Şiirde kelime seçimi gerekir mi? Yoksa, insan ilhamlarına göre, hızlı bir şekilde, hiç düşünmeden ilhamın akışına göre hangi kelime gelirse onları şiire yansıtmalı mı?

A. İlhan: Kelime seçimi biliyorsunuz, aruzla yazarsanız bir mecburiyettir. Çünkü aruzun getirdiği kalıplara uyması lazımdır kelimelerin. Mecbur. Orada kapalı bir hece kullanamazsınız. Açık heceli olması lazım. Açık heceli kelimeler bulmak zorundasınız. Öyle bir kuyumculuk ister senden aruz. Hece başka türlü. O böylesini istemez. Bölünmemeli kelime. Altı-beşli olan, başka durak yerinde bölünemez. Bitmesi lazım kelimelerin orada. Duraklarda bitecek. Fakat serbest bunu kaldırmış gibi görünür ortadan. Böyle bir ihtiyacı kaldırmış gibi görünür. Serbest şiir konusunda genç neslin çok büyük bir yanılgısı var. Serbest şiiri genç nesil vezinsizlik sayar. Serbest vezin, vezinsizlik değildir. Her şiir için yeni bir vezindir. Yani şair, her şiir için vezin yaratmak zorundadır. Bir veznin getirdiği bütün avantajları sen yaratıcılığınla vereceksin. O melodiyi, o ritmi, o havayı... Çünkü aruz vezni, bir kalıptır. O kalıba sen oturttun mu kelimeleri, o ritim kendiliğinden gelir. "His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı?" derken o, tık tık tık tık yürür...

Yağmur: Rahat...

A. İlhan: Evet rahat. Hece biraz daha rahat. Serbestte rahatlık yok, burada cehennem azabı var. Çünkü bizim çocuklar, bir cümleyi devrik yaparsan o, mısra olur sanıyorlar. Hani "Yürüyordum yağmurun altında gece" dediği zaman bunu mısra sanıyor. Bu mısra falan değil; cümle... Benim çocuklara verdiğim bir test var. Deli ediyor onları. Sen şimdi bu şiiri alt alta yazma, yan yana yaz bakalım. Yan yana yazıyor. "Oku şimdi" diyorum. Okuyor; nesir. Şimdi diyorum, Yahya Kemal Bey' in şu şiirini yan yana yaz bakalım. Yazıyor. Oku bakalım. Nesir gibi okuyamıyor. Yani nesir değil, şiir. Her biri mısra onların. Asla cümle olmuyorlar. Mısra olarak tasarlanmış. Diyeceksin ki onlar aruz. Tamam. Ahmet Muhip' inkini yap. O da öyle. Onu da nesir gibi okuyamazsın. Nazım'ı da okuyamazsın. Bunların hepsi mısra olarak meydana getirilmişlerdir. Mısranın kendine göre bir bütünlüğü, bir ritmi, bir havası vardır. Mesela "Kar yağıyor, üzgünüm.", "Üzgünüm şimdi kar yağıyor", "Kar yağıyor üzgün müyüm?" gibi laflarla şiir yaptığını sanıyor çocuk. Hayır yapmıyorsun, olmuyor. Şiir de değil o. Birtakım izlenimlerini kelimelerin yerlerini değiştirerek yazıyorsun. Serbest vezin dediğimiz şey, söylediği şiirin havasına, atmosferine, kokusuna, virgülüne göre yeni bir vezin meydana getirmektir. Ve daha da ilginci nedir biliyor musunuz? Bir şiir için yarattığın vezni başka bir şiir için kullanamazsın. Kullanırsan, tekrara düşmüş olursun. "Bu adam kendini tekrarlıyor." derler. Onun için serbest vezin çok zor bir vezindir. Kolay bir vezin değil. Bu yanlış anlaşılmalar yüzünden, Türk şiiri çok ucuzlamıştır. Felaket haldedir. Bizde çok gelişigüzel şiirler yazılıyor, şöyle: Çocuk, şiiri yazıyor. Ben diyorum ki, şimdi sen bu şiirin ilk bendini al, kaldır, ortaya koy. Ortadaki bent yukarı çıksın. Oku, okunuyor. Yine oluyor. Peki diyorum, sen şimdi bu şiiri aşağıdan yukarı oku bana. En alttan başlıyor, yukarıya doğru okuyor. Yine oluyor. Yani şiirde hiçbir şey değişmiyor. Peki diyorum, sen şimdi al bakalım şu şiiri, Yahya Kemal bey'in şu şiirini aşağıdan yukarı dene bakalım oluyor mu? Olmuyor... Şu şiiri al bakalım. O da olmuyor. Çünkü onlarda bir şiir mimarisi var. Bir şiir kurgulaması var. Bir kurgu yapmış. Yukarıdan aşağıya bir bütünlük taşıyor. Sen aşağıdan yukarıya okumaya kalkınca olmuyor. Ama ötekinde hiçbir kurgu olmadığı için, rastgele laflarla yazıldığı için bunu buraya koy, onu oraya koy, yine olur.. Çok kızdılar bana. Aranızda bölüm değiştirebilirsiniz. Sen ona dört mısra ver, o sana dört mısra versin. Yine gördüler ki hiçbir şey farketmiyor. Bu demektir ki, şiir mimarisinden koptular, şiir estetiğinden koptular. Geleneksel şiirin sesinden koptular, mısradan koptular. Bu tam bir harabe.

Yağmur: Efendim, "şiirde bir musiki olmalı" dediniz. Nesirde de böyle bir musiki gerekir mi?

A. İlhan: Osmanlı nesrinde var. Yani bizim geleneksel nesrimizde. Çünkü Dede Korkut Hikayeleri'ni okursanız, orada çok nesir gibi görünen, şiir gibi de okunan kafiyeli yazılar vardır. Buna biz Osmanlı'da "Seçili Nesir" derdik. Kur'an da böyle gelmiştir. O da nesir olmasına rağmen, kafiyelidir. Bunu en son yapan Cahit Begenç diye bir yazarımız vardı. 194O'lı yıllarda o yapardı. Kafiyeli nesir yazardı. Benim bazı nesirlerimde de vardır. Yani bazen ben de yaparım. Seyahat notlarım vardır. Orada da öyledir. Kafiyeli bir biçimde ritmik okunabilir. Rahatlıkla okunabilir.

Yağmur: Bu yadırganıyor mu, efendim? Mesela şiir gibi bir nesir, akıcı üslup, arada aliterasyonlar, seciler var. Yani şiir ile nesir bir birinden çok farklı mı olmalı kullandığı öğeler açısından?

A. İlhan: Yo, niye yadırgansın, yazılır ve oluyor. Eskiden böyle yazıların ismi mensur şiirdi zaten. Yani nesir olarak yazılmış şiir. Yadırganıyor da, niçin ikinci yenicilerin bir çoğunun şiirleri öyle. Nesir halinde yazıyorlar. Onlar neden öyle yapıyorlar o zaman? Fakat şiir de kurallar ne kadar etkileyici olursa olsun, yaratıcılık ağır basar. Sen gelirsin, bu kuralları hiçe sayarak bir şey yaparsın. Bütün millet senin şiirini söyler. Yani burada kalabalığa intikal edebilmek, insanların algılayabileceği frekansı bulabilmek çok önemlidir. Şimdi ben size bir şey söyleyeceğim. Benim en çok sevilen şiirlerimden biri "Ben sana mecburum" şiiridir. "Ben sana mecburum" lafı Türkçe olarak yanlıştır. Kurallar kırılmış olur. "Ben sana mecburum" denmez. Türkçe'de böyle bir laf yoktur. Ben, onu "Ben sana mecburum" şeklinde söyledim. Ve iki defa bestelendi. Demek ki önemli olan, bunu oturtabilmektir. Öyle bir oturtursun ki, herkes onu sever, benimser. Ve bu zamana kadar yanlış sayılan şey doğru olur. Zaten duygulara isim koyan şairlerdir. Dili yaratan şairlerdir. Şimdi benim şiirlerimi bazen basacak olduklarında oradaki musahhih, tashihçi arkadaşların bir kısmı öğretmen olduğu için, dil kaideleri açısından bakıyorlar. Benim şiirlerimin de nesirlerimin de gramere uyan bir yanı yok. Türkçe gramere pek çoğu aykırıdır. Bunlar deli oluyorlar. Şimdi öğretmen oldukları için, düzeltmek ihtiyacı duyuyorlar. Düzeltirsin, ama o şiirin canına okursun. O şiir, yanlışlığı ile güzeldir. Ben onu bile bile yapmışım. O kadar kuralı ben de biliyorum. Ama orada bana öylesi güzel gelmiş. Ben de öylesini söyledim.

Yağmur: Bilerek mi, yoksa ilham eseri olarak mı?

A. İlhan: Zaman zaman ilhamın da rolü vardır. Yani kelime öyle gelir. Sonra ben "Yahu yanlış oldu, böyle olmaması lazım." derim. Ama bakarım. Yok, düzeltirsem o zaman kötü bir şey olacak. Bunu da öğrendim. Onu da söyleyeyim size. Şimdi, bizim halk şairleri hiç kural dinlemezler. Mesela, Arapça çoğul olmuş şeyleri Türkçede de çoğul yaparlar. Hani züccaciyeci gibi. Şimdi züccaciye zaten cam satan adam demektir. Ama "Züccaciyeci" der bizimki. Bilmez iki defa cam satan adam olur. Bunun gibi bizim halk şairleri; aman yarabbi neler söylerler. Ama onlar çok da güzeldir. Bazen tasavvuf terimlerini yanlış söylerler. Ama hiçbirimiz de kalkıp "Bunlar bunu niye yanlış söylemiş?" demiyoruz. Ama bu mısraları ezbere biliriz. Bazı konularda kuralların bilinmesinden yanayım. Ama çok kuralcı olmaktan yana da değilim. Ben şiiri gramer kurallarına göre yazmam.

Yağmur: Sıkıcı olur o zaman değil mi efendim?

A. İlhan: Kesinlikle. Mesela, benim ilk terkettiğim şey şu oldu: 19. asırda bir miktar Batı ile temas hızlanınca, hariciye vekaletine gelen notları o günkü Türkçeye çevirecek adam gerekmiş. Bizim Müslümanların hiçbiri yabancı dil bilmiyor. O zaman azınlıklara başvurmuşlar. Ermeniler, Museviler hep mütercim olarak kullanılmışlar. Onlar da kendilerine göre bir Türkçe uydurmuşlar. Yani, fiilin sona geldiği bir cümle tarzı vardır bizde. Ve tuttu da. Biz öyle konuşmuyoruz. Kesinlikle öyle konuşmuyoruz. Ben bunun üstünde çok uğraştım. Türk halkı kesinlikle böyle konuşmuyor. Fiil başa geliyor, ortaya geliyor, sona geliyor, hiç gelmiyor. Bizim konuşmamız son derece serbest. Ben de öyle yazıyorum. Bende bazen hiç fiilsiz cümle vardır. Mef'ulsüz cümle vardır. Bütün mesele senin yazdığın şey, anlatmak istediğini karşıdakine ne kadar intikal ettirebiliyor! Çok iyi intikal ettirebiliyorsa, o doğrudur arkadaş... Gerisi hikayedir. Ben birçok şiir, roman, makale yazdım. Kitaplarda çok çetrefil soruları basite indirgeyerek halk Türkçesi ile yazdım. Herkes okuyor, herkes anlıyor. Ama o Türkçe ile yazdım. Kesinlikle gramere uymaz.

Yağmur: Mesela Karakoç'un çok kullandığı "olsun için" deyimini buna örnek verebilir miyiz?

A. İlhan: Evet. "Olsun diye" demesi lazım değil midir? "Olsun için" der. Ona kimse karışamaz. Yani kuralı kırdığı zaman daha da dikkat çekici oluyor. Bakın size bir-şey söyleyeceğim. Edebiyat tarihinde köşe başı olan isimlerin hepsine dikkat edin, kuralları kıran adamlardır. Kurallara uyan adamlardan hiç kimse önemli adam olmamıştır. Önemli adam olmak çizgisinde onlar dipnottur. Dikkat edin bakın işte. "Nazım" diyoruz, "Necip" diyoruz. Bunlar kim? Ortalığı altüst eden adamlar! Buna mukabil o zaman birtakım şiirler yazmışlar. Bir çoğunun adını bile bilmiyoruz. Unuttuk!

Yağmur: Efendim, Necip Fazılın hecedeki başkalığı ne. Zamanında birçok şaire tesir etmiş. Hala da etmekte. Bu etki onun ne gibi özelliğinden kaynaklanıyor? Onun çekici ve taklide zorlayıcı üslubunun sırrı nedir?

A. İlhan: Evvela üslupla ilgisi yok o işin. Bir kere Necip, çok iyi bir şair. Evvela, çok iyi bir şair. Yani önce şair olacaksın. Eğer şair değilsen istediğin kadar güzel şiir yazmaya uğraş, mümkün olmuyor. Adam şair. Eski tabirle, tabiat-ı şairanesi var. Zaten o nesilde bence Nazım Hikmet ile odur. İkisinin de, tabiat-ı şairanesi var. Yanardağ gibi geliyor. Bütün mesele o geleni ifade etmektir. Geleni ifade ederken, benim Necip'te gördüğüm özellik şudur. Necip Fazıl, o dönem içerisinde (hemen hepsi öyledir ya, Nazım da öyledir) Türk Edebiyatı'nın evveliyatını bildiği kadar Batı Edebiyatı'nı da bilir. Necip Fazıl'ın şiirlerinin bir kısmı Bodleryen' dir. Baudelaire'in şiirindeki hava onda da var. Ve açıkça görülüyor ki. Necip Fazıl, Baudelaire'i okumuştur. Hem de iyi okumuş. Baudelaire'in kurduğu heceye onlar "alexandren" der. Yani onların bu isimle söylenen bir hece vezinleri vardır. Onun tarzı özellikle "Kaldırımlar"da çok net görülüyor. Baudelaire'i çağrıştırıyor. Ama iyi, has şairler gibi kendini yenilemeyi sever. Yani bunu yazıyor ama, ondan sonra "Otel Odaları"nı yazıyor. "Otel Odaları" çok farklı bir şiir. Ve bizim Türk Edebiyatı'nın en güzel şiirlerinden birisidir. Ama onun ritmi, tekniği, her şeyi çok farklı. Sanıyorum ki, Necip Fazıl'dan başkasında böyle bir şiir yok. Kendi başına bir şiir. Daha sonra bu şiir yolunda yürüdükçe, (tabi bizim tasavvuftan, bizim klasik tasavvuf şairlerinden de yeni etkiler geliyor) ondan birtakım şeyler almaya başlıyor, öyle yürüyor. Ama bana sorarsanız, onun esas gücünü yapan, onun kendisinin tabiat-ı şairanesinin çok güçlü olması bir, ikincisi hem Doğu şiirini, hem Batı şiirini bilmesi ve bundan sentez yapmasıdır. Dikkat ederseniz, Yahya Kemal de böyledir. O da hem Doğu şiirini, hem Batı şiirini çok iyi bilir. Ve çok güzel bir sentez yapmıştır. Yahya Bey de büyük bir şairdir. Asla küçümsenemez. Çünkü halkın konuşma Türkçesini geleneksel sesle şiire intikal ettirme zaruretini ilk anlayan o. Öbürleri hep ondan sonra geliyorlar. İlk defa o anlamış. Mesela Ziya Gökalp şiir de yazıyor. Ama çok kötü şiir yazıyor. Onun yazdığı şiirler didaktik ve küçük çocuklara okutulmak için yazılmış gibi. Onlar kötü şiirler. Yani hecede ilk iyi imiş gibi görünen şiirler biraz Rıza Tevfik'te vardır. Onların hepsi halk şiirlerinin taklitleridirler. Yani hece yazmaya kalkışınca halk şiirlerinin tarzında koşma yazıyorlar. Yahya Kemal öyle yapmıyor. Yahya Kemal aruzun vezinlerini alıyor ve onları yoğuruyor. Türkçeyi alıyor, onların içine döküyor. Ve ondan Türkçe divan şiirinin ve halk şiirinin sesini taşıyan yeni bir melodi çıkarıyor. Bu çok büyük bir iş.

Yağmur: Efendim, Haşim ile Yahya Kemal arasındaki farkı kısaca özetler misiniz?

A. İlhan: Şimdi çok büyük fark var. Bir kere Haşim, dilin önemini çok geç anlamış. Yani dilin sadeleşmez ise kaybolacağını çok zor anlamıştır. Son birkaç şiiri anlaşılabilir haldedir. Öbür şiirlerinin büyük bir kısmını halk anlamaz. Yani okur anlamaz. "Piyale" yi bile anlayacak çok az insan vardır.

Yağmur: Sembolist olmasının bunda etkisi var mı?

A. İlhan: Sembolistliği de var tabii. Ona o yüzden çok karşı çıkmışlardır. Bir de Haşim Bey'in çok geçimsiz bir adam olması, onun şairliğini etkilemiş. Yani anılmasını, yayılmasını etkilemiş. Sevmiyorlar onu. İnsan olarak kimse sevmiyor Haşim'i.

Yağmur: Kendisinin de tesirinde kaldığı çirkinliği buna sebep olabilir mi?

A. İlhan: Yalnız yüz çirkinliği değil canım, insanlarla kavga etmeyi seven bir tipi var. Mesela, şimdi de var öyle birçok şair. Kendisiyle mutabık olmayan şairler herkesle kavga ederler. Bilmiyor musunuz, öyle bir kural vardır. Bunda ne sağcı olmak geçerlidir, ne solcu olmak. İnsan olmak yetiyor. Haşim de iyi bir şair. Kötü bir şair değil ama, mesela ben Cenab Şehabettin'den bir şeyler buluyorum onda. Daha evvel Cenab o işleri yapmış ve hiç de fena yapmamış. Yani bazı şiirleri var Cenab'ın. Bugün pek anlamaz çocuklar, ama çok güzel şiirlerdir onlar.

Yağmur: Hilmi Yavuz bir röportajında "Roman bitti." diyor. Sizce bu doğru mu?

A. İlhan: Yo, roman öyle kolay kolay bitmez. Onun söylemeye çalıştığı başka bir şey. Onu daha önce ben de söyledim. Şimdi görsellik ağır basıyor toplumda. İletişimde görsellik ağır basınca, romanın görselliğe intibak etmesi lazım. Aksi halde okumazlar. Yani düşünebiliyor musun sen? "Savaş ve Barış", Tolstoy. Tuğla gibi üç tane ciltti yanlış hatırlamıyorsam. Şimdi bunu kim oturur da okur? Okumazlar, sıkılırlar. Çünkü "Savaş ve Barış"ın iki saat süren videosu var. Parayı bastırır, videoyu alır, kaseti koyar, seyreder. "Savaş ve Barış" okundu. Şimdi bu başka bir tartışma oldu. O da şu tartışma: "Alfabe öldü mü ölmedi mi?" Tartışma burda. Yazı önemini kaybetti mi kaybetmedi mi? Çünkü belirli bir zamandan beri artık yazıya dayalı kültür önemini kaybediyor. "Bunun mikrofilmi var mı?" diye soruyorlar. O ne demek o? Yazınız yengen. Bu o demek.

Yağmur: Bu yazının ikinci plana itildiğinin bir göstergesi mi?

A. İlhan: Evet. Birinci planda audio-visual dediğimiz yeni teknik. O teknik ağır basıyor. Şimdi bir plak getiriyorlar, veriyorlar sana. O plağı takıyorsun. Hem görüntü hem ses çıkıyor. Bir klasik eseri bir saat içinde hatmedip bitiriyorsun. Şimdi öyle bir yere doğru gidiyor. Ondan dolayı alfabenin tartışıldığı bir mesele bu. Ben bunu ilk defa 1970'lerde yazmıştım sanıyorum. Ve o zamanda ilk defa televizyonla ilgilenen Türk yazarı benim. Benden önce kimse televizyonla ilgilenmiyordu. Ben bu işe kalkıştığım zaman "Ya sen deli misin?" dediler. Bir yazarın ne işi var televizyonda. Dedim ki: "Niye öyle söylüyorsunuz? Bir müddet sonra hepimiz orada olacağız." Ve öyle de oluyor. Öyle de oldu. Bir televizyonun yapabileceği etkiyi kitapla asla yapamazsınız. Şimdi size komik bir şey söyleyeyim. Ben üç senedir TRT 2'de program yapıyorum. Belki biliyorsunuz. Salı akşamları konuşuyorum. Ve bu çok alaka görüyor. Mektuplar geliyor. Sokakta adamlar çeviriyor beni. Ben bundan memnunum. Bana söyledikleri bir laf var. Bugün konuştuğumuz şeyleri çok güzel özetliyor. Bana diyorlar ki: "Attila Bey, neden bu söylediklerinizi yazmıyorsunuz?" Halbuki ben yazdıklarımı söylüyorum. Okumuyorlar. Oradan beni dinliyorlar. Ve "bunları yazsa çok iyi olur" diyor da okumuyor. Ben onları yazmışım zaten.

Yağmur: Efendim, anlattıklarınızı özetlersek bugün televizyon, okumanın ve yazmanın karşısında bir tehlike olarak görülüyor. Bunun ortasını nasıl bulacağız? Televizyondan kopamayız. Okumadan, yazmadan da kopamayız. Bu tehlikeyi nasıl atlatacağız?

A. İlhan: Bunun çaresi şu: Her yeni gelen teknik, kendinden öncekini geriye itiyor. Tiyatro geldi operayı geriye itti. Sinema geldi, tiyatroyu geriye itti. Televizyon geldi, sinemayı geriye itti. Fakat dikkat ederseniz hiçbiri kaybolmadı. Geriye itildiler ama, devam ediyorlar. Tiyatro da var, sinema da var. Hepsi devam ediyor. Şimdi burada bütün mesele, yeni gelen teknikleri edebiyata intikal ettirebilmektir. Burada iki tez vardır. Bunlardan bir tanesi şudur: Sinema geldi. Sinema romandan neyi alıyor? Birisi diyor ki, "Sinema romandan konuyu ve tipleri alıyor. Ama üslubu alamıyor. Şu halde, sinemadan sonraki edebiyat sadece üslup olmalıdır. Tiplere, konuya o kadar önem vermemeliyiz." Bir tez budur. Öteki tez bunun aksi. O da diyor ki: "Sinema ne getiriyor? Sinemanın getirdiği ve halkı etkileyen tarafı ne? Hareket, görüntü ve gerilim. Roman bunu almalıdır." diyor. O tam tersini söylüyor. Yani birincisi diyor ki: "Madem bu bizden tipleri alıyor, konuyu alıyor. Biz de konusuz, tipsiz, sadece, kelime ustalığına dayalı romanlar yazmalıyız." Hayır, böyle bir şey olamaz.

Yağmur: Tasvir ağırlıklı mı?

A. İlhan: Tasvir ağırlıklı da olabilir. Deneme gibi de olabilir. Öyle bir şeyler. Fransa'daki roman tipi tamamen bu teknik üzerinedir. Onlar bir şey anlatmazlar. Mesela ben çok iyi hatırlıyorum. "Şey" adında bir kitap çıktı. Dörtyüz sayfa şey'i anlatıyor. Bitiriyorsun. Hala neyi anlattığının farkında değilsiniz? Ne anlattı bu adam. O şey ne imiş, belli değil. Durmadan anlatıyor. Dörtyüz sayfa. Şimdi bir kısmı böyle bakıyorlar. Öteki kısım da: "Mademki sinema yeni bir şeyler getiriyor, televizyon daha yeni teknikler getiriyor. O zaman uygulanabildiği ölçüde bu teknikleri almalı ve uygulamalı." diye düşünüyorlar. Ben kendi hesabıma bu ikinciyi benimseyen bir yazarım. Bu da Avrupa'da başlamıştır. 1920'lerden itibaren başlamıştır. O zamanlarda bunları uygulamaya çalışan yazarlar olmuştur. Onlar asıl 30'lardan sonra çıkarlar. Bunlardan bir tanesi Hemingway' dir.Hemingway'in kitaplarında sinema olayı çok güzel görülür. Bir tanesi de Andre Margo'dur. Onun kitaplarında da bu çok güzel görülür. Bir tanesi İlya Erengof'tur. Onda da aynı güç hakimdir. Onları okuduğunuz zaman bir film görür gibi olursunuz. Türkiye'de de ben, bu işe başladım. İlk defa "Sokaktaki Adam" şimdi filmi yapılan. "Sokaktaki Adam"ın önsözüne yazmışım "Bu sinematografik bir romandır." diye. O zaman, 50'lerde ve son derece kolay film oldu. O kadar ki çekenler dediler: "Zaman zaman senaryoyu bırakıp romandan çektik." O kadar sinematik. Ben bu yolu daha akıllıca buluyorum. Çünkü öbür yol, kahramanları terketmek, olayı terketmek, işi sadece bir şeyi anlatmaya dökmektir. Bu, okuru soğutuyor kitaptan. Yani okur bir şey anlatılsın istiyor, insanları görmek istiyor. Çünkü biliyorsunuz edebiyatın tarifi budur. Roman nedir? Roman, insanlar arasındaki ve insanların kendi kendileri ile olan ilişkilerini estetik bir çerçeve içinde anlatan edebi eserdir. Şimdi insanlar olmazsa, insanlar arası ilişkiler olmazsa, insanın kendi kendisi ile ilişkisi olmazsa, ortada sadece laf kalıyor. O da roman olmuyor. Roman olmayınca da okumuyor adam. Onu okutabilmek için bunları muhafaza edeceksin. Ama bu yeni tekniği de kullanacaksın. Çünkü benim bir düşüncem vardır. Bunu ısrarla söylerim her zaman. Edebiyatta ve sanatta yenilik, tarifi bozarak olmaz. Tarifi bozunca o yenilik olmuyor, sakatlıyorsun. Çocuğun kolunu kesiyorsun. Bu yenilik değil. Bir tarif yapılmış orada. Onun unsurları var. O unsurlar onu roman yapıyor. Sen o unsurların birini çıkarıp "şimdi yenilik yaptık" diyorsun. Yok, sakatladın. O sakatlandı ve o ilgi görmez. Beğenilmez. Ama ben bir roman yazıyorum. Diyelim ki, sinematografik oluyor, ilgi de görüyor. Onda aradıklarını da buluyorlar. Ve işte sinema gibi bir montaj taşıdığı için "Yahu, bu roman iyi okunuyor ha!" diyor. Bundan geliyor fark. Ama, sinemaya uyan bir roman. Emile Zola roman yazdığı Paris'te bir sarayı anlattığı zaman onbeş sayfa sürüyor. Giriyorsun, orda bahçe var... bahçenin yanında kapı, kapının üstünde şu var. Uzun uzun anlatıyor adam. Şimdi sen onu okurken içini sıkıntılar basıyor. Neden bunu saklıyorsun? Sen görsel bir okursun. Yani sinema ve televizyon çağının okurusun. Böyle şeyler sana görüntü olarak önüne geliyor, üç saniyede, dört saniyede görüyorsun. Eyfel Kulesi'ni sana anlatmaya gerek yok! Ne olduğunu biliyorsun. Sen Eyfel Kulesi'ni her dakika görüyorsun. Ama o zaman, Eyfel Kulesi'ni görebilmek için Paris'e gitmek lazımdı. Paris'e gitmeyenler bunu bilmiyorlardı. Onun için de adam sayfalarca anlatıyor. Altında şu var, onun üstünde bu, onun üstünde de o. Gözünde canlandırabilmek için bu gerekiyordu. Fakat şimdi sen Eyfel Kulesi'ni çok etkileyici, çarpıcı üç mısrayla, üç kelimeyle anlatıp geçebilirsin. O yine gözünün önüne gelir. O eski üsluplar, o eski edebiyatlar, o eski palavralar. Ne kadar çoktu. Şimdi mesela, kız üzüldü diye kızın üzülme sahnesini anlatır. On sayfa kız üzülür. Ben Yaşar Kemal'i kızdırırım. "Bunu yazma!" derim. "Bir yaprak on sayfada yere düşüyor Yaşar." derim. Çok kızıyor. Bu teknik 19. yüzyıl tekniği.

Yağmur: Olay ağırlıklı romanlarda psikolojik tahlillere girmek biraz zor oluyor. Buna rağmen sizin anlatmış olduğunuz yeni tarz romanlarda bu tahliller nasıl yapılacak?

A. İlhan: Yapılır. Onu ben yaparım. Mesela ben şöyle yapıyorum. Başkaları da öyle yapıyor. Dışardakiler de öyle yapıyorlar. Bütün mesele tasarrufla yapmaktır. Yani az kelimeyle az cümleyle. Şöyle söyleyeyim. Adam yalnız. Kendisini çok yalnız hissediyor. Hava kötü, hava bozmuş, ortada, ne yapacağını bilmiyor. Şimdi orada bu adamın yalnızlığını anlatmak için beş sayfa yazabilirsin. İşte şunu da hatırladı, bu da oldu, bunu da hatırladı falan. Çok muhtemel ki bunu okumazlar, bugünkü şartlar altında. Yalnız şimdi burada şöyle bir özellik var. Aklıma geldi. Benim şiirlerimde vardır. Orada ben demişim ki, "Kesik bir kol gibi yalnızlık" Şimdi "kesik bir kol gibi yalnızlık" dediğin zaman, artık başka ikinci bir şeye lüzum yok ki.

Yağmur: Kestirmeden, az ve öz bir şekilde ifade etmek, değil mi?

A. İlhan: Evet, öyle. Evet, böyle halledeceğim. Üç kelime, dört kelime. Sonra da öyle bir şekilde, öyle bir ifade ile vereceksin ki bunu, okur şıp diye alacak kafasına. Başka bir yerde şöyle bir şey söylemiştim: "Kadın o kadar farklı iki insan gibiydi ki, gözlerinden sanki bir başkası bakıyordu." Bir cümle. Bir cümleyle oturtuyorsun. Bütün mesele bu kadar basit. Ama büyük bir ustalık istiyor. Büyük bir konsantrasyon ve iyi bir seçim istiyor. Herkesin anlayabileceği bir şey olmalı. Kimsenin anlayamayacağı bir şey saçmalarsan, o hiçbir işe yaramaz. Yani modern romanın getirdiği olay bu. Sinema ve televizyona karşı romanı böyle koruyabilirsin. Onun tekniğini kullanacaksın ona karşı. Yani "ondan kaçıp da kendimi kurtarayım" dersen, seni okumazlar.

Yağmur: Belki bunun bize, özlü ifade kullanmakta arayışa geçmek gibi bir yararı oluyor değil mi, efendim?

A. İlhan: Gayet tabii, gayet tabii yararı var. Üslubumuza çekidüzen verme ve ifadelerimizi daha veciz bir hale getirmek gibi. Tabii, tabii. Allah rahmet eylesin Kemal Tahir ağabey lafı biraz uzatır. Mesela iki kişi konuşmaya başlar, yetmiş sayfa sürerdi. En ince yerine kadar o konuşmayı yazardı. Şimdi ona gerek yok. Okura lazım olan, konuya, atmosfere lazım olan en can alıcı dört beş konuşmayı oraya koy, geç. Öbür türlü tadı kaçar. Eskiden bizim halkın arasında öyle bir üslup vardı. Şimdi "anlatı" dedikleri şey. O zaman o roman olmaz. Bir anlatma olayı, roman değil. Roman kendi içinde bir sentez. Romanın kendine göre kuralları var. O kurallara göre yürümek zorundasın. Bu kurallar da zaman içinde değişiyor. Durmadan değişiyor. Şimdi görsel roman dönemi. Şu anda ben bunu Türkiye'de ısrarla yapmaya çalışan birisiyim. Benim romanlarımı dikkatle okuyan birisi gözünün önünde kahramanları, olayları, yerleri, her şeyi neredeyse üç boyutlu olarak görür; eğer özel dikkat sarfederse...

Yağmur: Bizlere verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz efendim.

A. İlhan: Ben teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page


 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı