aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2015 Cuma

Mevlana Rumi'den (IV)

(© flickr.com)
.Sen su değilsin, sen toprak değilsin. Sen bambaşka bir varlıksın. Balçıktan yaratıldın ama, balçık değilsin. Sen toprak dünyasından dışarıdasın ve aslına doğru yolculuktasın. Kalb, şu fani beden bir arktır. Can o arkda akan ab-ı hayattır. Sen bulunduğun yerde, senliğinde kaldıkça, bu ikisinden de habersizsin.

Eğer sen, can konağını arıyorsan, bil ki, sen cansın. Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin. Bu gizli, bu nükteli sözün manasına akıl erdirirsen, anlarsın ki, aradığın ancak sensin sen.

Ab-ı hayat, bizdeki ilahi emanet, su ve topraktan yaratılmış olan şu balçık ten içinde gizlenmiştir. Bu yüzden görünmemektedir. Nefis de, gönlün kapısına mühür vurmuştur, sevgiyi hapsetmiştir. Sen o mührü kopar ve sevgiyi kurtar. Kimden korkuyorsun? Kimden utanıyorsun? Sen, böylece gönlünü kurtar, onun görünmeyen yoluna düş, gerçek sevgiyi bul.

Ben, kendini bilen ve gönlünü her zaman yanlıştan kurtaran kimsenin kuluyum, kölesiyim. Onlar, kendi zatlarından, kendi sıfatlarından bir kitap meydana getirirler de, o kitabın fihristisinin adını “Ene-l Hak” koyarlar.

Bensiz, bizsiz olduğu halde hoş olanın, benlikten kurtulduğu için mutlu olanın kulu, kölesiyim. Şikayet etmeden, kimseye yük olmadan, kendi acıları ile başbaşa kalarak, yalnızlıktan hoşlanan kişinin gamı ile arkadaşım.

Herhangi bir kimsede, gizli bir aşk derdi yoksa, o yaşıyormuş gibi görünse de, onun gönlü ve canı yoktur. O adeta, gezen, dolasan bir ölüdür. Eğer aklin varsa, git de Hak’tan dert iste, çünkü dertsiz olmaz, aşk derdine düşmemek imkansız bir hastalıktır.

Şu yalnızlık, binlerce candan, binlerce kişi ile beraber olmaktan daha hayırlıdır. Bu hürlük, dünya mülküne sahip olmaktan daha iyidir. Hak ile az bir zaman halvette yalnız kalmak, candan da değerlidir, cihandan da, şundan da, bundan da daha değerlidir.

Havaların bulutlu, yağışlı olduğu günlerde, dostların bir arada toplanıp oturmaları gerekir. Nasıl ki, güller bir bahçede öteye beriye serpilmiş olarak değil de, bir arada toplu olarak bulundukları zaman bahçeye güzellik ve ihtişam verirler, birbirlerini adeta tazeleştirirlerse, dostlar da bahar mevsiminde bir araya gelince gençleşirler.

İstiyorum ki, gönlüm onun derdi ile anlaşsın, arkadaş olsun. Gönlüm, onun derdini elde ederse ne iyi olur. Ey aşık gönül, aklını başına al da, onun verdiği derdin değerini bil, onun gamını yakala, bağrına bas. Onun derdinin dert değil, bizzat kendisi olduğunu anla.

Gönlümü aşk gamına düşüreceğim. Canımı senden gelen bela okuna hedef yapacağım. Allah’ım senin aşkınla harcanmayan ömrümü, bugün gönül kanı ile kaza edeceğim.

Eğer sen, Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. Benlikten kurtulur, alçakgönüllü olursan, o kadar büyürsün ki, aleme sığmazsın. İşte o zaman, seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler.

Aşk ezelden beri vardır. Sonsuza kadar da sürecektir. Aşkı arayanlar, aşık olmak isteyenler sayısız olacaktır. Yarın kıyamet kopup da her şey açığa çıkınca, aşık olmayanların, Hakk’ı candan sevmeyenlerin, ibadeti gösteriş için yapanların ilahi dergahından sürüleceği görülecektir.

Ey dünyada dönüp dolaşan ermiş kişiler! Her güzele neden böyle hayransınız? Şu dünyada arayıp durduğunuzu, bir de kendinizde arasanız ne olur? Onu, kendinizde arayınız, kendinizde bulursunuz.

Bizim topraktan yaratılmış olan bedenimiz, göklerin nurudur. Bazen bizim hakikate varmak, Hakk’ı aramak hususundaki canlılığımızı, çevikliğimizi melekler kıskanır, manen üstünlüğümüze, ruhi temizliğimize hased ederler. Bazen da, hayasızlığımızdan, kötülüğümüzden şeytan kaçar.

Sevgilinin vefakarlığı ne kadar hoştur, onun vefalarında ne zevkler vardır? diye sordular. Onlara dedim ki: Onun vefalarından haberim yok. Bence onun cefaları, nazları hoştur.

Gönlünü yakıp yandıran birisi varsa, eğer için gizli bir sevginin hevesleri ile dolu ise, bu tatlı yanışın mutluluk olduğunu bilmek gerekir. Feryadın, eğer gönlüne bir ferahlık veriyorsa, onu ilahi bir lütuf bil, o feryadı, her nefesine arkadaş etmeye bak.

İnsaf et, aşk güzel bir iştir. Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, tabiatın kötü niyetli oluşundandır. Sen kendi şehvetini aşk diye adlandırmışın, ona aşk adını koymuşsun. Halbuki, şehvetten kurtulup, aşka ulaşabilmek için uzun yollardan geçmen gerekir.

Berrak, duru sudan dahi temiz bir aşkım var. Bu aşk oyunu, şehvet ile ilgili olmadığı için bana haram değildir. Aşk, başkalarını şekilden şekile sokar, halden hale kor. Halbuki, bu benim aşkım gelip geçici olmadığı gibi, sevgilime de zeval yoktur, O ölümsüzdür.

Ey güzellikte tek olan, eşsiz sevgili, nasılsın? Beni yüzlerce kez kendi benliğimin dışına çıkardın. Seni tanıdığım ve bildiğim günden beri, bütün bildiklerimi ve gördüklerimi bana unutturdun.

Belalar yağdıran aşk daha güzeldir. Aşkın getirdiği belalardan sakınan, korkan kişi, aşık değildir. Aşk işinde mert kişi odur ki, aşk ateşi canına düşünce, uğrunda canını verir, canından geçer.

Aşıklık sözünü ilk önce duyar duymaz canı da, gönlü de, gözü de onun yoluna serdim. Ayaklar altına attım. Sonra kendi kendime dedim ki “Acaba sevenle sevilen iki ayrı varlık mıdır?” Aslında ikisi de birmiş amma, ben şaşılığımdan onları ayrı görmüşüm.

Biz kılıç erleriyiz, üç lokma ekmek için yasayanlardan değiliz. Biz bazen manevi neşeye kapılır, el çırparız. Yoksa biz o kadınların yüzünden, şehvet yüzünden el çırpmayız. Biz yolunu sapıtmış kişilere av olmayız. Onların etkisi altında kalmayız. Aksine biz onları avlar, doğru yola getiririz. Biz ihtiraslarımızın, kötü huylarımızın bağından kurtulmuşuz da, dünyaya bağlanıp kalmamışız.

Birçok kötülük, aptallık, hep benden, benlikten doğdu. Ömrümde bir an bile gönlüm sevinmedi. Benden memnun kalmadı. Ben adalet istiyorum, haksızlıklardan şikayet ediyorum. Halbuki bütün adaletsizlikler, haksızlıklar, benden, benlikten çıkıyor. Bu yüzdendir ki, benim bütün feryadım, şikayetim hep bendendir, benden.

Kendi kendimden kaçmak, kurtulmak isterim. Maddi isteklerden uzaklaşarak, hür olarak yaşamak arzu ederim. Ben durakların, merhalelerin bağları ile bağlanmışım, bütün bunları koparmak, kırmak isteğindeyim.

Kaba saba sufi elbisesi giymekle sufi olamazsın. Şeyhlerin, büyüklerin sohbetlerini dinlemekle de mürsid olamazsın. Dinlediklerini tatbik etmen, bizzat yaşaman gerekir. Sufinin sinesi saf olacak, gönlü, kötülüklerden, hiddetten temizlenmiş bulunacaktır. Hem sufi olma, hem de ona buna kin beslemek. İnsaf et ikisi bir arada olur mu?

Ey mum, sende sufi huyları var. Sanırım ki, şu altı huyu ermişlerden almışsın: Geceyi uyanık olarak geçiriyorsun, yüzün nurlu, benzin sapsarı, gönlün tutuşmuş yanıyor, göz yaşları döküyorsun, kalbin uykuda değil, uyanık.

Sen ayık oldukça, mest olmanın, kendinden geçmenin manevi zevkini tadamazsın. Bedenin isteklerinden kurtulmadıkça, ruhun ne olduğunu anlayamaz, varlığını idrak ederek, onu sevemezsin. Dostun aşkı yolunda ateş gibi, su gibi yok olmadıkça, benliğinden geçmedikçe, gerçek varlığa eremezsin.

Ey dünya isteklisi, sen bu dünyada bir gündelikçi gibisin. Ey cennet aşığı, sen de hakikatlerden çok uzaktasın. Ey habersizliğinden ötürü iki alemle de sevinen neşelenen sen dostun gamındaki zevki görememişsin, mazursun.

Git gözlerini kapa ki, bütün gönlün göz olsun. O zaman gönül gözü ile sana başka bir cihan, başka bir dünya görünecektir. Eğer sen, kendini görmek, kendini beğenmekten kurtulursan, bütün yaptığın şeyler beğenilecektir.

Hepimiz Allah’ın kudretinin, büyüklüğünün birer oyuncağıyız. Varlık, zenginlik hep O’nundur. Bizlerse hep yoksul kişileriz. Üstünlük iddia etmek, kendini beğenip başkalarını hor görmek ne manasızlıktır. Ne boş şeydir? Bütün insanlar, hepimiz aynı sarayın kapı kullarıyız.

Allah sevgisine av olursan, Allah sevgisine tutulursan, gamdan, kederden kurtulmuş olursun. Fakat kendi arzularının peşinde koşarsan, bağlanırsın, isteklerinin esiri olursun. Şunu iyi bil ki: Senin şu maddi varlığın, Hakk’ı senden gizleyen bir perdedir. Kendinden kaç, kendinle oturma, yoksa her zaman yara alırsın.

Ya Rabbi, sen beni dünyayı istemekten de, ahiret zevkini düşünmekten de kurtar. Yokluk tacını başıma giydir de beni manen yücelt. Vuslat hareminden, aşk sırrına erdirmekle, beni kendinden mahrem et, has kullarının arasına karıştır. Sana doğru gitmeyen yollardan beni çevir. Nefsin isteklerinden beni kurtar.

Her zaman neşeli, mutlu her gittiğin yerde aziz ve muhterem olmak istiyorsan, her bakımdan temiz ol, doğrulukla yaşa, boş durma, bilgi öğren. Eğer bu şekilde ömür sürersen, insanların yol gösterenlerinin başında taç olursun.

Bu dünyada yaptığımız işin esası, özü, iyilik yapmaktır. Öyle ise yapabileceğin iyiliği yap. Zira bütün ömrün bir ana, bir nefese bağlıdır. Bu açıkça görünmektedir ki, sen bir an da olsun, ne iyilik yapabilirsen yap.
.
Kaynak: "Divan’ı Kebirden Seçme Rubailer", Mevlana: Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, (Şefik Can, Ötüken, 2006), s.425-474
.
.

6 Şubat 2015 Cuma

Divan Edebiyatından Gazeller

Bir cefâ-keş âşıkım ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem

Aşkının yolunda ey meh kâmetin tek doğruyum
Olurum Mansûr-veş ber-dâr senden dönmezem

Mushaf-ı hüsnün hakıyçin ey dil-ârâmım benim
Ança kim bu tende cânım var senden dönmezem

Bülbül-i şeydâ idim saydına düştüm ey nigâr
Yanarım Mecnun kimi pür-nâr senden dönmezem

Rind-i rüsvâyî benim başımdadır sevdâ-yı aşk
Nâm u nengi koymuşum bâ-âr senden dönmezem

Âşıkım aşkın yolunda hasta gönlüm sırrını
Eylesen bin kez cefâ dil-dâr senden dönmezem

Günde bin kez ta'nesin nus eylerim nâ-keslerin
Çün Nesimîyim belî zinhâr senden dönmezem


Cânı terk itmek gerek bu evde cânân isteyen
Kahrı nûş itmek gerek derdine dermân isteyen

Ma'şûkun yolında âşık nâ-murâd olmak gerek
Ma'şûka vasl olmaya hicrinde pâyân isteyen

Ben ki ma'şûkun rızâsın isteyen buldum bu gün
Sâdıkü'l-kavl olmaya küfrine îmân isteyen

Ben bu sûret mülkünü kıldum harâb anın'çün
Genci buldısa aceb olmaya vîrân isteyen

Şems firâkı ağusın nûş eyle vasl-ı yâr içün
Hâr cevrini çeker şol gül-i handân isteyen


Gelmişem vahdet elinden aşk ile cihâna ben
İçmişem câm-ı ezelden olmuşam mestâne ben

Can uyandı cümle-i müşkillerim oldu ayân
Açtı dost gönül gözün bastım kadem irfâna ben

Gönlüme nûr-i tecellî dost cemâlinden doğar
Şem›ine pervâne oldum aşka yâne yâne ben

Çünki "kerremnâ benî âdem" dedi Kur'ân'da Hakk
Âyine ve sûret oldum cism ile ol câna ben

Çünkü bu sevdâyı yazmış dest-i kudret başıma
Onun için yok kararım düşmüşem cevlâna ben

Ey Sinânî aşk makâmı bes rızâ-yı Hakk dürür
Pâdişâhın hizmetinde durmuşam dîvâne ben


Olmadı âlem içinde bir nefes hürrem gönül
Olmadı bir lahza bî-gam olana hem-dem gönül

Her kime gönlüm gamın dedim gamından gam yedim
Galiba yoktur cihân içinde bir bî-gam gönül

Hâk-i âdem gam ile tahmîr oluptur galiba
Bî-gam olan olmaya cins-i benî-âdem gönül

Gussa-i devrândan bir dil halâs olmuş değil
Sen değilsin mübtelâ-yı gam hemân epsem gönül

Şâhid-i şâdî cemâlin arz ede bir gün ola
Böyle kalmaz gam yeme hâl-i cihân her dem gönül

Saltanat kavgasıdır Adlî seni dil-teng eden
Hırka-pûş olanda vardır var ise hürrem gönül

Ko raiyyet gussasını memleket kaygısını
Âkil isen hâlin anıp eylegil mâtem gönül



Kaynak:  Yağmur Dergisi

19 Ocak 2015 Pazartesi

Aşk


Tînet-i Âdemde konmasa eğer sevdâ-yı aşk
Cenneti bir dâneye satmazdı ol dânâ-yı aşk

Kenz-i mahfîden zuhûra geldi eşyâ lâ-cerem
Bâd-ı hubbiyle temevvüc etdi çün deryâ-yı aşk

Tâlib-i dîdâr olup ayılmaya tâ haşredek
Kim ki nûş ede ezel bezminde ger sahbâ-yı aşk

Aşk ü müşg olmaz nihân ânı bilir halk-ı cihân
Âşık-ı bî-çâreye mümkün müdür ihfâ-yı aşk

Bülbülün hâlin bilenler gûş ederler nâlesin
Bir gül-i bî-hâr içündür bunca hûy u hây-ı aşk

Aşk-ı Şîrîn oldu feryâdına Ferhâd'ın sebep
Ey nice dânâyı Mecnûn eyledi Leylâ-yı aşk

Ey Hüdâyî hâlet-i aşkı ne bilsin her meges
Kulle-i Kâf-ı hakîkat mürgüdür ankâ-yı aşk

Aziz Mahmut Hüdai
http://www.antoloji.com/ask-57-siiri/


İşidin ey yârenler
Kıymetli nesnedir aşk
Değmelere bitinmez
Hürmetli nesnedir aşk

Dağa düşer kül eyler
Gönüllere yol eyler
Sultanları kul eyler
Hikmetli nesnedir aşk

Kime kim vurdu ok
Gussa ile kaygu yok
Feryad ile âhı çok
Firkatli nesnedir aşk

Denizleri kaynatır
Mevce gelir oynatır
Kayaları söyletir
Kuvvetli nesnedir aşk

Miskin Yunus neylesin
Derdin kime söylesin
Varsın dostu toylasın
Lezzetli nesnedir aşk

Yunus Emre
http://www.antoloji.com/ask-1720-siiri/


Kevser-i ateş- nihadın adı aşk
Düzah-ı cennet -nümanın adı aşk
Bir lügat gördüm cünun isminde ben
Anda hep cevr ü cefanın adı aşk

Şeyh Galib
http://www.antoloji.com/kevser-i-ates-nihadin-adi-ask-kit-a-siiri/


Gönül kuşu eski yuvadan uçtu
Giden gelsin bizimle dost iline
Katerler bağlandı kafile göçtü
Giden gelsin bizimle dost iline

Aşk eseri olan karar bağlamaz
Yüreğinde derd olmayan ağlamaz
Bizi bu yerlerde kimse eğlemez
Giden gelsin bizimle aşk iline

Bir garibim adım sanım anılmaz
Yüreğimde yaram vardır onulmaz
Aşk deryası cuş eyledi yenilmez
Giden gelsin bizimle aşk iline

Leyl-ü nehar akar çeşmimin yaşı
Dost yoluna koyup can ile başı
Aşk ile geçelim dağ ile taşı
Giden gelsin bizimle aşk iline

Derviş Himmet aydır onu bilenler
Medhin okur anda varıp gelenler
Delilimiz oldu pirler erenler
Giden gelsin bizimle aşk iline

Kul Himmet
http://www.antoloji.com/gonul-kusu-eski-yuvadan-uctu-siiri/


Kurtulamam üç nesnenin elinden
Biri firkat biri gurbet biri aşk
Üçü bilmez birbirinin halinden
Biri firkat biri gurbet biri aşk

Aşktır beni sevda ile söyleten
Firkattir cevr ile sinem dağlayan
Gurbettir gözümden kanlar akıtan
Biri firkat biri gurbet biri aşk

Bahri gibi ummanları yüzdüren
Mecnun gibi sahraları gezdiren
Ferhad gibi dağlar başın kazdıran
Biri firkat biri gurbet biri aşk

Ben bilirim benim aklım şaşıran
Beni sevdiğimden cüda düşüren
Muhabbet deryasın baştan aşıran
Biri firkat biri gurbet biri aşk

Gevheri der dersim aldım hocadan
Okuyup hatmettim kara heceden
Koç yiğidi pir eyledin kocadan
Biri firkat biri gurbet biri aşk

Şair Gevheri
http://www.antoloji.com/kurtulamam-uc-nesnenin-elinden-siiri/


Resim: flickr.com

19 Kasım 2012 Pazartesi

Dîvân Şairlerinden Nef’i


EMRE SESSİZ
Nef’î (Ömer), (1572-1635) 17. yüzyıl Dîvân şairlerindendir. XVII. yüzyıl ve bütün Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olarak tanınan Nef’i, bu yüzyılın başında yaşamış, kasidede gerçek bir varlık göstermiş ve gerek kendi zamanında, gerekse sonraki yüzyıllarda kaside yazan bütün şairlere etkilemiş bir şairdir.
1572 yılında Hasankale’de doğdu. Bundan dolayı devrin kaynakları Nef’i’den Erzenü’r-Rumî diye söze ederler. Babası Sipahi Mehmed Bey’dir.Gerçek ismi Ömer olan Nef’î, kaynaklarda Nef’i Ömer Bey adıyla anıldığı gibi mührüne kazdırdığı beyitte de Ömer adı görülmektedir. Daha küçük yaşlardan itibaren güçlü bir eğitim gördü. Öğrenimini Hasankale’de yapmış, sonra Erzurum’a gelerek devam ettirmiştir. Burada Fars edebiyatının ünlü eserlerini okudu, Arapça ve Farsça öğrendi. Nef’i Erzurum’da öğrenimini sürdürürken genç yaşında şiir yazmaya da başlamıştır. İlk mahlası Zarrî “zararlı”dır. 1585 Erzurum defterdarı olan Gelibolulu Müverrih Ali, şiirlerini görmüş, beğenmiş ve bu genç şaire Nef’i “nafi, yararlı” mahlasını vermiştir.Padişah 1.Ahmed zamanında İstanbul’a geldi. Devlet hizmetine girdi ve bir süre farklı memurluklarda çalıştı. Daha sonraları 2.Osman ve 4.Murad dönemlerinde yıldızı parladı ve sarayla yakın bir ilişki kurdu. Hicviyeleri ile ünlü olan Nef’î yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekti.Dönemin müftüsü Nef’i yi öven ancak içeriğinde Nef’i ye kâfir diyen bir beyit söylemiştir.Nef’i de buna karşılık olarak; “Müftü efendi bize kâfir demiş. Tutalım ben O’na diyem müselman. Lâkin varıldıktan ruz-ı mahşere, İkimiz de çıkarız orda yalan.” diyerek cevap vermiştir. Yine de uzunca bir süre 4.Murad tarafından korundu, daha sonraları 4.Murad kendisinden hiciv yazmamasını rica etti.
Her ne kadar Nef’î padişah 4.Murad’a bu konuda söz verse de, kalemini durduramayıp Vezir Bayram Paşa hakkında bir hicviye kaleme aldı. Bu hicviyesinden ötürü, 1635 yılında, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürüldü. Sonra cesedi İstanbul boğazı’nda denize atılmıştır.Halk arasında Nef’i efendinin ölümü hakkında şöyle bir rivayet geçmektedir: Nef’i çok iyi bir şair olduğu için infazından vazgeçilmiştir.Padişaha gönderilecek belge yazılırken Nef’i de oradadır.Belgeyi bir zenci yazmaktadır ve kâğıda mürekkep damlatır.Nef’i de bu olay üzerine “Mübarek teriniz damladı efendim” diyerek yaşama şansını kaybetmiştir.
Çalışmaları
Nef’î hiç kuşkusuz, hiciv dendiğinde Türk edebiyatında öne çıkan isimdir. Onu ölüme sürükleyen hiciv edebiyatında çok başarılı olduğu aşikâr. Hicvin yanı sıra övgü edebiyatıyla da göz doldurmuştur, bugün dîvân edebiyatının en beğenilen kasidelerinden bir çoğu onun eseridir. Yazdığı kasideler güçlü tekniği ve değişik ahenki ile fark yaratır. Zaman zaman kasidelerinde gördüğümüz aşırı süs ve abartılar bile, güzel ahenki ile sunîlikten uzak doğal bir havadadır. Sihâm-ı Kazâ (Hiciv şiirleri), Türkçe ve Farsça olarak yazdığı iki divanı vardır.
DİVANDAN BİR ŞİİR
Mefâilün feilâtün mefâilün feilün
Ne tende cân ile sensiz ümîd-i sıhhât olur
Ne cân bedende gâm-ı firkatûnle rahat olur
Ne çâre var ki firâkunla eglenem bir dem
Ne tâli’üm meded eyler visâle fırsat olur
Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem o şeb ölürüm
Ne gün ki kâmetüni görmesem kıyâmet olur
Dil ise gitdi kesülmez hevâ-yı aşkundan
Nasîhat eyledüğümce beter melâmet olur
Belâ budur ki alışdı belâlarunla gönül
Gamun da gelse bâ’is-i meserret olur
Nedür bu tâli’ ile derdi Nef’î-i zârun
Ne şûhı sevse mülâyim dedükçe âfet olur
Ne tende cân ile sensiz ümîd-i sıhhât olur
Ne cân bedende gâm-ı firkatûnle rahat olur
Vücudumda sensiz ne can ve sağlık umudu olur. Ne de can bedenimde ayrılığın gamıyla rahat yüzü görür.
Divan edebiyatının hayal ve remiz dün­yasında can, genel olarak varlığı bilinen fakat gözle görülüp elle tutulamayan bir özelliktedir ve mücerret olduğundan yok kabul edilmektedir. Diğer bir adı “rûh-ı musavver” olan can, mekânı belli olmadığı için Nev’î’nin. “Sana hercaîlik ayb olmaz ey rûh-ı musavver sen/
Ci­hanın canısın can ise hergiz lâ-mekânîdir” beytinde ifadesini bulduğu üzere “lâ-mekânî” diye vasıflandırılır ve sevgilinin hercaî oluşunun sebebi de buna bağla­nır. Bu arada hem gizli hem de hayat verici oluşu bakımından âb-ı hayâta ben­zetilir. Yine Nev’î’nin,
“Nakd-i canı verdi dil âb-ı hayât-ı la’line/
Kim-durur dîvâ­nede yokdur diyen akt-ı maaş” beyti bu anlayışın bir ifadesidir. Can ayrıca ten, beden, cisim, kalıp gibi isimlerle anılan maddî varlığa hayat veren esas unsur olduğundan bunlarla ve özellikle ten ile çok sıkı bir ilişki içinde ele alınır. Nevi’nin,
“Ten ü cân Kâ’be-i maksûdun özler­ler misafirdir.
Demezler râh-ı aşk içre giden gitsin kalan kalsın” beytinde görül­düğü gibi can, aşk yolunda konup göçen bir yolcu olarak zikredilirken bir taraf­tan da gelip geçici olduğuna dikkat çeki­lir. Çünkü İslâmî İnanışa göre can da ten de Allah’ın insana emanetidir. Vakti ge­lince can kuşu (mürg-i cân) Azrail’in tuza­ğına (dâm-ı ece!) düşecek ve onun tarafın­dan avlanacaktır. Ayrıca can uçucu olu­şundan dolayı kebûter, bülbül, tûtî, hüd-hüd ve kumru gibi kuşlara benzetilerek bunlarla ilgili çeşitli vasıflarla anılır. Divan şairleri nazarında âşığın en de­ğerli varlığı can nakdidir. Can nakit olun­ca ten de meta olarak alınır. Bunun tersi, yani can meta olduğunda ise sevgili onun müşterisi şeklinde tasavvur edilir. Nakit her an kullanmaya hazır bir değer ve sermaye olduğu için sevgisi veya sevgi­lisi uğruna âşığın verebileceği, vermek­ten çekinmeyeceği, bu yolda hesapsızca harcayacağı, kurban ve feda edeceği en değerli varlığıdır. Gerçek aşk ve âşık can­dan geçebilmekle ölçülür.(DİA, Can maddesi) Tasavvufta ise aynı kavram(can), ba­zan Allah anlamında, bazan Resûlullah, bazan da şeyh için kullanılmıştır.
Ne çâre var ki firâkunla eglenem bir dem
Ne tâli’üm meded eyler visâle fırsat olur
Ne senin ayrılığın yüzünden bir an oturup kalmanın çaresi var ne de talihim yardım eder de sana kavuşma fırsatı bulabilirim.
Şair, daima sevgiye kavuşma sancısı çeken aşığın sıkıntısını yolda giden yolcuya teşbih ederek anlatmaya çalışıyor.
Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem o şeb ölürüm
Ne gün ki kâmetüni görmesem kıyâmet olur
Hangi gece bulunduğun yerlere yüzümü sürmesem o gece ölürüm. Hangi günde selvi boyunu(kametini) görmesem benim için kıyamet olur.
Aşık, sevgilinin varlığıyla varlığının farkında olur; aksi halde kendisinin yürüyen ölü olduğunu düşünür. Çünkü aşık için kıyametin kopuşu demektir, sevgilinin boyunu bosunu göremediği gün. Onun endamıyla kendi dünyasının harap olmasını engeller.
Kamet: Boy. Boy-bos. Endam.
Dil ise gitdi kesülmez hevâ-yı aşkundan
Nasîhat eyledüğümce beter melâmet olur
Gönül ise elden giden aşkının arzusundan bir türlü vazgeçmiyor, ben nasihat ettikçe o daha beter rezil oluyor.
Melamilere telmihte bulunarak aşkından kınanmışlığı, rezil ü rusva olmayı gönül tercih ediyor olmasından serzenişte bulunuyor. Aşık, aslında bu duruma düşmemek için gönüle çok nasihatler etmiş ama bu ters tepmiş ve daha da beter olmuş. Çünkü bu gönülde attık aşktan ziyade heva-yı aşk varmış. Dolayısıyla heva bir kuş misali yerinde durmayıp uçuyor tasvirini bize çiziyor şair.
Belâ budur ki alışdı belâlarunla gönül
Gamun da gelse bâ’is-i meserret olur
Asıl belâ şu ki gönül belâlarınla alıştı. Şimdi gönüle gamın da gelse sevinç sebebi oluyor.
Gönül aşk derdiyle sürek­li âh edip İnlediğinden ney, tambur, ud gibi müzik aletlerine de teşbih edilir. Hazine veya definelerin viranelerde bu­lunmasından hareketle gönül de sevgi­linin aşkını veya hayalini hazine gibi ken­dinde saklayan bir virane şeklinde ta­savvur edilir: “Bu hârâbatta sabit ola­mam sultânım/
Dil-i viranemi yapsan da yıkılsam gitsem” (Sabit)
Gönül için en çok kullanılan sıfatlar perişan, kaygılı, hayran, zâr, bîçâre, harap, sergeş-te, sadpâre, şikeste ve gamgîndir.”(DİA, Gönül maddesi) Ama aşık olan gönül, ne kadar gamlı da olsa ela gözlü güzel, şehla bakışlı sevgiliden gelen belaları, bela değil aksine sevinç vesilesi sayar.
Nedür bu tâli’ ile derdi Nef’î-i zârun
Ne şûhı sevse mülâyim dedükçe âfet olur
Bu talihsiz ve zavallı Nef’î’nin çektiği dertler nedir? Hangi güzeli sevse ona yumuşak huylu ve uysal dedikçe bir afet kesiliyor.
Şuh: f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak.
Bu gönül için zavallı aşık Nef’i ne yapsa hep tersiyle karşılaşmış, kaderinde bu kederle yaşamak varmış. O da en sonunda artık bu tersliğe alışmış ve bundan sevinç duyma yolunu tercih etmiş. Çünkü aşık ne yapsa olmamış. Sevgiliye mülayim demiş, başına afet kesilmiş; nasihat etmiş, daha beter olmuş. Tüm bu dertlerin nedeni ise aşığın sevgiliden firaka dayanamaması, vuslatı arzulaması, gönlünün bir maşuka bağlanması imiş. En sonunda aşık gam ve kederi kaderi kabul etmiş ve hatta bais-i meserret saymış.
İşte aşk buna derler.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Fuzuli’de Ben ve Ötesi


Ahmet MERMER, Gazi Üniversitesi
Makalenin tamamı için tıklayınız:

5 Aralık 2011 Pazartesi

“Aşkı bilmek isteyen Mevlâna olmalı”

KÜBRA & BÜŞRA İLE İKİDE BİR

Aşk... İlahi de olsa beşeri de olsa farketmiyor... Hangi zamanda olursak olalım, zamandan azade, Aşk bir tane ama yaşattığı hal, yıllardır birçok hikayeye konu oluyor. İlahi aşk denilince onu ifade ediş şekliyle bizi adeta büyüleyen isim hiç kuşkusuz Hz. Mevlana... Herkes onun duyduğu o büyük aşktan bahsediyor, fakat biz bu anlatılanlardan ne anlıyoruz? Her yıl Mevlana ölüm yıl dönümü olarak bilinen Şebi Arus'a yaklaştığımız şu günlerde "Aşkı" anlamak için yola koyulduk ve sorularımızı edebiyatçı Sadık Yalsızuçanlar'a yönelttik...

Hz. Adem ile Havva'dan bu yana bir aşk var yeryüzünde...
Adem'den önce de vardır, der arifler. Şair, 'aşk, kadim ezelidir' diyor.

Nasıl yani?
Basbayağı. Başlangıçta aşk vardı, derler. Aşk, Hakk'ın sıfatıdır. Cenab-ı Aşk denmesi bundandır.

Çok ilginç...
Evet...Gizem de buradadır. Bir kutsi rivayet vardır : 'Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim...' şeklinde. Varoluş, aşktandır. Bilginin de kaynağı aşktır bu önermeye göre. Varlığımızı aşka borçluyuz yani. Bilmek de sevmektir. Burada aşk, epistemik bir kaynak olarak da anılmaktadır.

Ama aşk bir tane... Fakat hepimizin aşktan anladığı tek mi?
Aşk bir olduğu gibi, birliktir, birlemektir, bir olmaktır. Aşk, biliyorsunuz Arapça bir kelime. Aşaka eylem kökünden geliyor. Aşaka, bir varlığın bir varlığa, bir nesnenin bir nesneye sarılmasıdır.

Birleşme var yani işin doğasında?
Gelenekteki tabiriyle söyleyelim: Vuslat var. Buradaki birleşme, birleme, birlenme ve birlik anlamlarını içerir. Ama, dünyada insan sayısınca aşk tanımı vardır, aşk anlayışı veya algısı. Herkes, her şeyi, kendi manevi düzeyinden görür. Baktığınız yer önemli. Aşkı da ruhsal düzeyiniz, halinizden algılarsınız. Ne gördüğünüz, nereden, nasıl baktığınızla kayıtlıdır. İbn Arabi, Füsus'un son Fassında, 'bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...' hadisini yorumlarken şöyle der : 'Peygamberimiz, sevgiyi, yani beşeri sevgiyi, nefsine nisbet etmemiştir, 'sevdim' dememiş, 'sevdirildi' demiştir. Bu algı düzeyinden bakmayan, doğrudan nefsine nisbet eden kişide şehvetin ilmi eksiktir...' Bu çok önemli...

Vuslat şart mıdır?
Şart değildir. Ama hakiki ve tutkulu bir aşkın sonucu zaten vuslattır. Sağlıklı aşkta seven, sevdiğini manipüle etmez. Şair diyor ya, 'seni seviyorsam bundan sana ne?' Bu sağlık alametidir. Ama, karşılıksız aşk patoloji üretmeye elverişlidir.

Aşk bize nasıl tercüme ediliyor?
En güzel tercüme eden Yunus Emre'nin : 'Aşk bir güneşe benzer' diyor. Hz. Şems'in adına yani. Lale Müldür, 'ormanda veya yürek denilen orman boşluğunda bir kuşun anormal bir hızla dönüşü'ne benzetir. Bu, bir duygu durumu olarak aşkı değil de daha çok aşk yaşantısındaki sorunu ima ediyor tabi... Bir başkası, 'bela yağmur gibi gökten yağarsa, başını ona tutmanın adıdır aşk...' diyor. Bir diğeri, 'Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvay'da, ansızın 'yüreğinin ellenmesi' olarak niteliyor. Bir şair, 'aşk, kavuşma arzusuyla sürekli yanmaktır' diyor. Ne bileyim, binlerce 'tanım' var yani...

Aşk bir sevgi çeşidi midir yoksa sevgiden bağımsız mıdır?
Aşk için, eski Anadolu Türkçesi'nde 'sevü' tabiri de kullanılıyordu. Sevgi yani. Ama, Yunus Emre'de aşk sözcüğünün yaygın biçimde olduğunu görüyoruz. Aşk, diyor İbn Arabi, sevginin ifrat halidir.

Bu doğru bir tercüme mi?
Aşk kelimesinin nice zamandır çürüdüğü kesin. Sadece aşk mı? Sevgi, merhamet, adalet... gibi çoğu sözcük kullanılamaz, bir şey iletemez hale geldi.

Mevlana ile aşk bir bütün olarak biliniyor. Mevlana'nın sizce amacı neydi aşkı anlatmak mı yoksa âşık olmayı anlatmak mı?
Hz. Mevlana, Moğol istilalarının diyar-ı Rum'u kasıp kavurduğu ve mistisizmin, Tanpınar'ın deyişiyle kara bir dalga halinde kuzeyden inerek Anadolu'yu sardığı bir evrede belirdi. Belh'ten Anadolu'ya geldi. O çağda, birkaç önemli kişi daha vardı: Hacı Bektaş-ı Veli, İbn Arabi, Yunus Emre... Biri Arapça, biri Farsça, biri Türkçe hakikati terennüm etti. Hz. Mevlana da 'irfan' da baskındı fakat o, daha çok aşk burcundandı. Şöyle diyordu: Aşık da, maşuk da aşk da birdir.

Yani?
Aşkınlaşmıştı, aşkınlaştırıcıydı, aşıktı ve aşkla konuşuyordu.

Allah aşkı ve beşeri aşk hep birbirini tamamlayıcı iki unsurdur. Aşkın yeterince farkında mıyız?
Geleneksel sözlükteki ifadesiyle söyleyelim dilerseniz: Mecaziaşk-hakiki aşk. İlki, nefsani ve Hak'tan perdelenmiş bir algıyı işaret eder. Diğeri, aşkın doğru adrese yönelmiş olmasıdır. Fethi Gemuhluoğlu, Türk Petrol Vakfı'ndan burs almak için gelen bir hanım kıza, 'hiç aşık oldun mu?' diye sorar. Kızcağız utanır, sıkılır. Üç kez ısrarla sorar. Kız mahçup hala. 'Evladım niçin utanıyorsun, Hakk'ın yarattığı bir insana aşık olmayan Hakk'a aşık olabilir mi?' der. Bu, sanırım yeterince açıklayıcıdır.

Yani İlahi aşka beşeriden mi ulaşılır?
Her zaman değil. Doğrudan Hakk'a, Hakk'ın en yetkin tecellisi olan Kamil insana da aşık olunur. Yunus Emre gibi, 'söylemezsem bu aşk derdi beni boğar' noktasına gelinebilir. Yunus'ta böylesi bir tecrübe yok. Bir kadına aşık olmamış. Tapduk Emre'ye aşık olmuş. O'nun üzerinden Rabb'e aşık olmuş. Aksi de olur. Hakk'a aşık olan ki, her şeyi-herkesi sever. 'Hakk'ı gerçek sevenlere cümle alem kardeş gelir' diyor Yunus.

Bizler aşkın neresindeyiz?
Bilmem...

Neden böyle söylüyorsunuz?
Çok genel bir şeyden söz ediyorsunuz çünkü. 'Biz'in içinde neler var?


O zaman şöyle sorayım: Aşkı anlayan ve anlatan kişinin bu duyguyu iyi yaşaması anlamına gelir mi? Mesela siz aşkı nasıl yaşıyorsunuz?
Bu, huyunuzla, doğanızla ilgili bir şey. Benim nasıl yaşadığım bana kalsın dilerseniz. Sadece şunu söyleyeyim. Ahmed Gazzali, İbn Arabi, Mevlana gibi ariflerin kitaplarında da geçer. Aşkın kimde, nelere yol açtığının çok objektif ölçütleri, belirtileri yoktur. Ama genelleme yapmayı mümkün kılacak kadar belirtiden söz edebiliyoruz.

Mesela?
Bir genelleme yapalım o halde. Aşk, olağandışı, olağanüstü bir duygu, bir hal. İnsanı kesinlikle rutin dışına çıkarıyor. İrademizle belirleyemediğimiz iki şey var yaşamımızda : Doğum ve ölüm...

Peki, irademizle belirleyemediğimiz iki şey mi var sadece?
Buna aşkı, evliliği katan düşünürler de var. Aşkın ömrü üç yıldır, diye bir kitap vardı yanlış hatırlamıyorsam. Psikiyatrlar, en az üç saat en fazla üç yıldır, diyorlar. Hakiki aşk vuslata değin sürer. Kavuşunca irfan başlar.

Aşk insanı iradesizleştiriyor bir de...
Bir duvar yazısı şöyle diyor: 'Aşk, sadece aptalların düştüğü bir çukurdur. Abi beni ittiler...'

Aşkı anlamak için önce Mevlana'yı mı anlamak gerekiyor?
Hz. Mevlana'yı ancak aşkla anlayabiliriz. O'nu anlayınca da aşkı anlayabiliyoruz.

Anladığımızla olan arasında ne kadar mesafe var?
Doldurulamaz kadar olabilir bazen.

Aşk anlatılabilir bir şey mi?
Bizim geleneksel edebiyatımız tümüyle aşkı anlatır. Buna rağmen onu anlatmak imkansız gibidir. Hani konuştukça insanın yalnızlığı artar, onun gibi bir hal. Eskilerin tabiriyle, aşk-ı daimide olan arifler var. En çok onlar anlatmıştır. Yunus Emre, Fuzuli, Kemali Baba, Seyit Nizam gibi bilgelerin solukları yanık ciğer kokar. Sürekli yanmışlardır. Rilke'yi doğrulayan bir durum. Aşk, kavuşma arzusuyla sürekli yanmaktır. Bu yüzden üstatlar, öğrencilerini sürekli aşkta tutmazlar, irfana çekerler. O olağanüstü hal sürekli yaşanılabilir mi? O ağırlığa dayanılabilir mi?

Dayanılamaz mı?
Aşıklara sormak lazım.

Aşık olmayan bilemez mi?
Hz. Mevlana'ya, 'aşk nedir' diye soruyorlar, 'ben ol da bil' diyor.

Aşk ve emek ilişkisi... Biz sevginin emek gerektirdiğini fakat âşık olmak için bir emek olmadığı görüşü hâkimdir. Aşk emek gerektirir mi?
İnsan için emeğinden fazlası yoktur.

Aşk öğrenilir mi?
Evet. Hz. Mevlana alimdi. Hz. Şems, onu 'aşk mektebi'nde eğitti. Ona aşkı tattırdı, oradan Divan-ı Kebir doğdu. Sonra irfan burcuna geldi. Oradan da Mesnevi-i Şerif çıktı.

Dünya daha adil olabilirdi
Mevlana'nın aşkı bu yüzyılda hala diri bir şekilde yaşıyor. Mevlana mı aşkı yaşatıyor yoksa aşk mı Mevlana'ya hayat veriyor?
Günümüzde nice mahfi Mevlana'lar var. Konuşmayan, hafada işini işleyen. Ne aşıklar var. Bütün insanlık için yakaran nice ağzı dualı aşıklar...Birine aşık olup, Erzurumluların tabiriyle senelerce hissettirmeden onu kendi melalinde yaşayan bağrıyanıklar var. Mevlana'nın sözlerinin bugün hala bizi etkilemesi, ilmini, Ölmeyen Diri'den almış olmasındandır.

Aşk bazılarımızı yüce bir makama çıkarırken bazılarımızı ise tepe taklak ediyor. Aşk denen şey aynı zamanda tehlikeli bir hal de değil mi? Her insan bu halle başa çıkabilir mi?
Buna dilerseniz, Lale Müldür'ün dizeleriyle cevap vereyim: 'ormanda bir kuş hızla dönüyordu / aşık olduğumuz zaman / yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner / ve kaçmamız gerektiğini söyler bize / çünkü her şey çok fazladır / kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş / kendini ve etrafındakileri yaralar / tehlikedir onun adı / bunun için aşkı hiç kimse, insanın kendi arkadaşları bile istemez / kumrular sakindir bir tek / ben kumru değilim / sen de / bu yüzden birbirimize yaklaşamayız.'

Bugün insanların tümü aşık olsaydı ortaya nasıl bir tablo çıkardı?
Yeryüzünde şairane oturan insanlar çoğalırdı. Daha adil ve merhametli bir dünya olurdu.

Aramak ile bulunmaz
Mevlana'nın bütün eserleri aşka dairdir. Aşka bu kadar eğilmekle göstermek istediği şey neydi?
Hz. Mevlana'nın özellikle Divan'ı aşk doludur. Divan, deyim yerindeyse dağa tırmanırken gaz pedalının dibe kadar indiği yerdir. Doruktan sonraki inişte ise Mesnevi doğmuştur ve burada Hz. Pir'in kademi sürekli frendedir. Mevlana, aşkla irfan arasındaki ankadır.

Aşk neyin ilacı?
Aşk acısı, paylaşılmaz ve sürekli çoğaltır kendisini. Aşk yalnızlığın hem zehiri hem de panzehiridir.

İsteyen Allah'a âşık olabilir mi? Allah aşkı istemek mi yoksa nasip işi midir?
Neye aşık olursak olalım, O'nun Cemal'ine oluyoruz aslında. Dilemeden nasip erişmez. Aramakla bulunmaz, bulanlar ancak arayanlardır, bunu söyler.

Aşk her yerde varsa neden görenlerimiz sınırlı?
Dünya imtihandır. Aşk acısı, gözümüzdeki perdelerin açılmasına hizmet eder. Varolanlar birer perdedir. Her lokma göze bir perde çeker. İktidar perdedir. Şehvetler perdedir. Hırslar, tutkular perdedir. Hakk'ı herkes kendi nefsinde idrak eder. Mısri, 'şehr-i Elmalı, canda bulmalı' diyor. 'Elmalı', hakikat sırrıdır. Hakikat nefiste bulunacak. Nefs'te ise sayısız perde vardır. Bunlar kullukla, riyazetle, zikirle, acıyla, aşkla aralanır. Vücut birliğine inanan arifler bütün varlığı bir vücut olarak görürler. Ona ulaşana kadar arayış sürer.

Allah'ı tanımak veya ilim sahibi olmak Allah aşkını azaltır mı yoksa arttırır mı?
Artırmaz mı? O'ndan en çok O'nu tanıyan korkar. O'nu en çok, O'nu tanıyan sever. Sevgi bilmektir dediğim gibi. 'Bilinmeyi sevdim...' diyor ya...Sevgisiz hiçbir şey olmaz. Tutkuyla sevilmeden yapılan bir işten hayır gelmez.

Aşkı yaşayan kişilerin kimileri az kimileri ise çok derin olarak yaşıyor. Bu neye bağlı? Kişinin duygu dünyasına mı yoksa Allah'ın seçtiği kulları olmasından mı?
Hz. İsa'nın bir hadisi var : 'Çokları çağrılır, pek azı seçilir' diye. Bazılarının seçildiği kesin. Bunlar için 'tekamül etmiş ruhlar' demek daha doğru. Kimisi bir mevkiye fit oluyor, kimisi üç beş kuruşa, kimisi güzel bir kadına, yakışıklı bir erkeğe. Başka biri çıkıyor, 'bana Seni gerek Seni' diyor. Hakk'a talip oluyor. İnsan amacı kadarmış. İbn Arabi öyle diyor: 'Neye talipsen osun...'

24 Mayıs 2011 Salı

Orhan Gencebay’ın Şarkılarında Klasik Şiir (Divan) Etkisi

Muhammet KUZUBAŞ
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Türkoloji Araştırmaları Dergisi
c.2, s.3 – Yaz 2007 (s.392-406)
Özet
Orhan Gencebay, Türk müziğinin son 30-35 yılına damgasını vurmuş önemli sanatçılarımızdan birisidir. Orhan Gencebay’ın bu kadar yıl boyunca pek çok halk kesimi tarafından büyük bir ilgi ve beğeniyle izlenmesi, şüphesiz ki üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir konudur. Gayr-ı ahlâkî tavırlarla popüler olunmaya ve zirvede kalınmaya çalışıldığı, şarkı sözlerinin ve izleyiciye sunuş biçiminin erotizmle birleştirilerek sanat ve sanat eseri kavramlarının farklı boyutlara çekildiği bir ortamda, bu kadar yıl sadece sesi ve şarkılarıyla kendini gösteren ender kişilerden biridir Orhan Gencebay. Bu yazıda, yıllar öncesinin Orhan Abi’sinin, bugünlerin Orhan Baba’sının şarkıları ile klâsik şiirimiz arasında dikkat çeken benzerlikler ortaya konmaya çalışılmıştır.
Orhan Gencebay’’ın müziği, zaman zaman arabesk müzik olarak nitelendirilse de o, bu nitelendirmeyi hiçbir zaman kabul etmemiştir. Kültürel altyapı, geniş bir toplum kesimine hitap etme, toplumun ortak duygu ve düşüncelerini yansıtma vb. gibi ögeler, bir sanat eserini veya sanatçıyı zirvede tutan en önemli etkenler arasında sayılabilir. Belki de Orhan Gencebay’ı başarılı kılan da bu özelliklere sahip olmasıdır. Çünkü Orhan Gencebay’ın şarkı sözleri dikkatle incelendiğinde, dizelerin arkasında çok geniş bir şiir kültürünün olduğunu tespit etmek pek de zor olmayacaktır. Bu düşünceden yola çıkarak, Orhan Gencebay’ın, sözlerini kendi yazdığı şarkıların dizeleri arasında dolaşmaya ve bu dizelerin arka planında yatan şiir kültürünü ortaya koymaya çalışacağız.
Orhan Gencebay’ın şarkılarına genel olarak bakıldığında klâsik Türk şiirinde hakim olan pek çok hayale, duygu ve düşünceye rastlamak mümkün olacaktır. Aşk, âşık, maşuk, dert, çile, vefa, şarap, meyhane, felek vb. ögeler, klâsik şiirimizin temel konuları olduğu kadar, Orhan Gencebay’ın şarkılarının da temel konuları sayılabilir. Bu noktada, sanatçının şarkılarından seçtiğimiz bölümlerle, bunların klâsik şiirimizde nasıl karşılık bulduklarına bakalım:
İlk olarak Leyla ile Mecnun hikayesinden başlayalım. İlk örnekleri Arap ve Fars edebiyatlarında görülen bu hikaye, 14 ve 15. yüzyıldan sonra Türk şiirinin en önemli kaynaklarından birisi olmuştur. Bu iki aşk kahramanın maceraları, bir yandan pek çok mesnevinin konusunu oluştururken; diğer yandan da kasideden gazele, rubaiden şarkıya, türküden koşmaya kadar pek çok şiirde önemli bir benzetme ögesi olarak kullanılmıştır. Leyla ile Mecnun hikayelerinin en güzeli Fuzulî’nin yazdığı Leyla ile Mecnun mesnevisi olarak kabul edilir. Bu konu, şiirlerde benzetme ögesi olarak kullanıldığında ise şair genellikle kendini Mecnûn’a, sevgiliyi de Leylâ’ya benzetir. Sevgiliye olan aşk uğrunda çekilen çileler ve yapılan mücadeleler, Mecnun’la kıyaslanır.
Nice bir vâdî-i gamda dil-i mahzûn yerine
Bağlamaz ol saçı Leylî beni Mecnûn yerine1
“Hüzünlü gönlüm ne kadar gam vadisinde olursa olsun (yani sevgili uğruna sıkıntı ve dert çekerse çeksin) Leyla2 gibi saçları olan sevgili beni Mecnun olarak kabul etmez.”
Şairlerimiz bazen de, aşk ve aşk uğrunda çekilen sıkıntılar konusunda Mecnun’dan daha üstün olduklarını söylerler:
Bende Mecnûndan füzûn âşıklık istidâdı var
Âşık-ı sâdık benem Mecnûnun ancak adı var3
Orhan Gencebay’ın Leyla ile Mecnun adını taşıyan şarkısı, klâsik şiirimizde anlatılan Leyla ile Mecnun hikayeleriyle büyük bir uyum içerisindedir. Klâsik Leyla ile Mecnun mesnevilerinde anlatılan hikayelerin özeti kısaca şöyledir:
Arabistan’da Beni âmir kabilesinden Kays ile Leyla daha çocukken birbirlerini severler. Halk arasında çeşitli dedikodular yayılmaya başlayınca, annesi kızını çadırına kapatır. Sevgilisini göremeyen Kays, üzüntüsünden kendinden geçer ve çöllerde dolaşmaya başlar. Kays’ın kendinden geçmiş bu hali onun Mecnun (cinlenmiş, deli) diye anılmasına vesile olur. Mecnun’un babası, oğlunun durumuna çok üzülür ve Leyla’yı babasından ister. Leyla’nın babası, bir deliye verecek kızımız yok diyerek onları elleri boş gönderir. Bu haber Mecnun’u daha da perişan eder. Gece gündüz derbeder bir şekilde dolaşan Mecnun’un ağlamaktan gözleri kanlanmıştır. Mecnun, iyileşmesi için dua etmek üzere Kabe’ye götürülür. Ancak Mecnun, Kabe’ye gelince aşkının daha da artması için dua eder. O artık sevgilinin derdiyle mutlu olmaktadır. Çöllerde yabani hayvanlarla dostluk kurmakta, bu arada da yanık aşk şiir şiirleri söylemektedir. Mecnun’un bu haline üzülen Nevfel adında bir Arap beyi, Mecnun adına kızı babasından tekrar ister. Kızın babası yine red cevabıverince, Nevfel askerlerini toplayarak Leyla’nın kabilesine savaş açar. Amacı Leyla’yı zorla da olsa alıp Mecnun’a götürmektir. Bu haberi işiten Mecnun, savaşta Leyla’nın kabilesinin galip gelmesi için dua eder. Nevfel ilk savaşta yenilir, ancak ikinci savaşta galip gelir. Fakat, Mecnun’un duasını duyunca kızı almadan geri döner. Bu arada Leyla’yı İbni Selam adında biriyle evlendirirler. Leyla, bir yalan uydurur ve zifaf gecesinde İbni Selam’a kendisinin bir cinle evli olduğunu, kendisine el sürmesi halinde ikisinin de öleceğini söyleyerek İbni Selam’ın kendisine dokunmasını engeller. Bir müddet sonra İbni Selam ölür, Leyla da Mecnun’u aramaya çıkar. Mecnun’u perişan ve tanınmaz bir halde bulur. Onunla visale ermek ister. Ancak Mecnun, mecazi bir aşkın peşinde olmadığını, maddi varlıklarla ilişkisini kestiğini, Leyla ile kendisinin artık tek bir beden olduğunu söyleyerek onu reddeder. Mecnun burada mecazi aşktan ilahî aşka ulaştığını vurgular. Ümitsizce geri dönen Leyla bir müddet sonra ölür. Sevgilisinin ölüm haberini alan Mecnun, onun mezarına koşar ve “Leyla! Leyla!” diyerek oracıkta can verir.4
Yukarıda anlatılan hikaye ve genel Leyla-Mecnun anlayışıaçısından Orhan Gencebay’ın aşağıdaki şarkısı arasında büyük bir örtüşme vardır. Gencebay’ın şarkısında da Leyla ile Mecnun’un gönülleri sevgiyle, dertle dolmuş; aşk maceraları dillere destan olmuştur. Mecnun, kanlı göz yaşları dökmüş, dünyada sevgilisine kavuşamamış, mahşerde kavuşmayı tercih etmiştir. O, çöllerde “Leyla!” diyerek dolaşmış; her sözü, her feryadı, gecesi-gündüzü “Leyla” olmuştur:
LEYLA İLE MECNUN
Bir feryat yıllarca cevapsız kaldı
Öyle bir feryat ki bu duyan ağladı
Hasret dolu çile dolu sevgi dolu dert dolu
Böyle aşk dünyada hiç yaşanmadı
Hasret dolu çile dolu sevgi dolu dert dolu
Böyle aşk bir daha yaşanmadı
Aşkımın gözyaşları tek ümidim hala
Döktüğüm kanlı yaş yalnızlık ne bela
Mahşerde seninim leyla leyla leyla leyla
Ölmek bir son değil bize seven ölümsüzdür Leyla
Dünya durdukça biz varız sevdikçe leyla biz varız leyla
Bir efsane olduk dertli çilede
Hep sordular mecnun leylan nerede
Dedim ki leylam benim feryadımda
Kaderimde kederimde son nefesimde
Hep sordular mecnun leylan nerede
Dedim ki leylam benim gündüzümde hem gecemde
Kaderimde kederimde her nefesimde
Mahşerde seninim leyla leyla leyla leyla
Ölmek bir son değil bize seven ölümsüzdür Leyla
Dünya durdukça biz varız sevdikçe leyla biz varız leyla
Yukarıda da değinildiği üzere, Leyla çölde Mecnun’u perişan bir halde bulunca, Mecnun onunla visale ermeyi reddetmiştir. Çünkü Mecnun, Leyla ile tek beden haline geldiğini (ki buna tasavvufta vahdet denir) söyler ve Leyla’yı çaresiz bir şekilde geri gönderir. Sevgiliyle tek bir beden olma hayali Orhan Gencebay’ın bir başka şarkısında şu şekilde yer bulur:
Bazen bana öyle yakın öyle cansın ki
Ben bedenim sense ruhum öyle bensin ki
Makalenin tamami icin tiklayiniz.

24 Aralık 2010 Cuma

Üsküdar'da Akşam Oluyor

Merdivenli bir sokak’tan iniyorum
gözlerinin gizlendiği sahile.
Bu yaka’dan karşıya bakınca
bin yıllık aşkların güneşi ay’ın ellerinden tutuyor.
Bir yanım da Usta Sinan,
diğer yanımda güzellik kraliçesi mihr-ü mah duruyor.
Telaşlı insan kalabalığına
kesif balık kokuları çarpıyor.
Ölümü dirimden ayıramayan bir kızıllıkla
Üsküdar da akşam oluyor.
Sahile ulaşamadan daha
yolumu sokak çocukları kesiyor.
Senin payına bir mendil alıyorum,
onu da bir başkasına veriyorum.
Ağır bir Cuma’dan kalma,
Sözünü muhatap kıldığın kulaklarımı
her sese kapatıyorum.
Gözlerimden mor halkalı bir yorgunluk akıyor,
Çünkü
gittiğim her yere seni de götürüyorum.
Bir kaldırımdan diğer kaldırıma nefes darlığı ile geziniyo­rum.
Kirpiğimin ucundan şiirce bakışlar taşırıyor,
Hak etmediğim kutlu bir mesaja sinemi açıyorum.
Kişi sevdiği ile beraber olacaktır demiyor,
“Kişi sevdiği ile beraberdir” diyor.
Varsın mesafeler uzadıkça uzasın
Varsın iki yakası bir araya gelmesin İstanbul’un
Hatta zaman katili ilan edilsin aşkların
Nasıl olsa başkaca her söze sağır kulaklarım.
Az ötede bakışlarına çarpıyor,
Selamını vapurları kovalayan martılardan alıyorum.
Kays’a o eğik başlı selamı vereli beri ben böyleyim
Hiçbir kelimeye güvenim yok sana söylemeye
Korkuyor musun diyeceksin?
Güzelliğini benzetmeye yetmez kaygısıdır içimi saran
Dedim ya ben böyleyim,
suskunluktur yakışan
Hem ben ki;
İki nefes arası kendi nöbetinde bir adam
Kalıcı değilim bilirsin,
biraz da acelem var
Yetişmeliyim Eminönü vapuru şuradan kalkıyor
Bir yanımdan Usta Sinan,
diğer yanımdan Mihr-ü Mah bakıyor,
Bu sahiller baştan ayağa
Suretin gibi sen kokuyor
Sana benzeyip kutlu bir mesajla yola koyuluyorum
Ve bir bir renkler de soluyor
Ölümü dirimden ayıramayan bir kızıllıkla
Üsküdar da akşam oluyor.


Kitap Hakkinda Tanitim Yazisi:

Radyo 7’nin beğeni ile takip edilen şiir üsluplu programcısı Barış Cem KAYA, “En Güzel’e ithafen bir suskunluk dene(n)mesi” diye tanımladığı şiir – deneme kitabını Akis Yayınlarından çıkardı.

Program ve gösterilerinde “an’ın içinde kendinize zaman ayırın” sloganı ile toplumsal birlikteliğin kaliteli bireysel bilinçle oluşacağına dikkat çeken programcı, güzel bir toplumun güzelleşmesinin ancak “En Güzel” ile olmakla mümkün olacağına inanıyor. Cümle güzelliklerin güzelliklerini en güzel’den ödünç aldığı bir yaşam serüveninde gözüne takılan güzelleri şiirce yaklaşımı ile kaleme alan Barış Cem KAYA bu güzelliğin ürününe “Üsküdar’da Akşam Oluyor” adını verdi.

Akis yayınlarından çıkan kitap aynı zamanda inetraktif platformda da www.uskudardaaksam.com adresi ile okurları ile buluşuyor. 136 sayfadan oluşan kitabında 33 başlık altında şiir - deneme bulunuyor. Üsküdar’da Akşam Oluyor, Kirpiğin Kaşına Değdiği Zaman, Aşk Suscağım 1-2-3-4-5, Öyle(ise) Git dikkat çeken birkaç şiiri.

Kitap 12 Aralık’tan itibaren www.kitaplife.com , www.uskudardaaksam.com ve kitapçılarda satışa sunuldu.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page


 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı