- Müfettiş – Nikolay Vasilyeviç Gogol (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Monte Kristo Kontu – Alexandre Dumas (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Suç ve Ceza – Dostoyevski (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Susuz Yaz – Necati Cumalı (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Mavi Trenin Esrarı – Agatha Christie (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Deniz Kurdu – Jack London (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Don Kişot – Miguel de Cervantes (Radyo Tiyatrosu – 15 bölüm) TIKLAYINIZ.
- Çölde Bir Portakal – Herbert Eisenreich (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Ve Perde İndi – Agatha Christie (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ..
- Evde Kalmış – Federico Garcia Lorca (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ..
- Timsah – Fyodor Dostoyevski (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ..
- Antigone – Sophokles (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ..
- Faust – Goethe (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ..
- Ceza Sömürgesi – Franz Kafka (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ..
- Burun – Nikolay Gogol (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Hastalık Hastası – Moliere (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Palto – Nikolay Gogol (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Bir İdam Mahkumunun Son Günü – Victor Hugo (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
- Beyaz Geceler – Dostoyevski (Radyo Tiyatrosu) TIKLAYINIZ.
DÜŞÜNCE ve İNSAN ODAKLI PLATFORM "Kardeşim sen düşünceden ibaretsin. Geriye kalan et ve kemiksin. Gül düşünür gülistan olursun. Diken düşünür dikenlik olursun." (Mevlana Rumi) "Herkes, insanlığın genel iyilik halini artırmak için küçük de olsa hatta küçücük de olsa çaba sarfetmelidir." (Leo Tolstoy) "Yaradılanı severiz yaradandan ötürü" (Yunus Emre) "Barikâ-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar" (Gerçeğin ışığı fikirlerin çatışmasından doğar) (Namık Kemal) / E-Posta: dusuncekahvesi@gmail.com
video etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
video etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Nisan 2014 Çarşamba
Klasik Edebiyat Eserleri / Radyo Tiyatrosu
24 Ocak 2014 Cuma
24 Mayıs 2013 Cuma
22 Şubat 2013 Cuma
5 Ocak 2013 Cumartesi
5 Kasım 2012 Pazartesi
25 Eylül 2012 Salı
Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş
Neşet Ertaş'ı rahmetle anıyoruz.
Sadık Yalsızuçanlar
.
'Sağ-sol çatışması'nın şiddetli olduğu günler...Neşet Ertaş Saray Sineması'nda konser veriyor. Gençler dönemin gözde "slogan"larıyla örülü şarkılarından isteklerde bulunurlar. Neşet Ertaş biraz sustuktan sonra her zamanki mütevazılığı ile şöyle der: "Ağam, biz böyle parçalar bilmeyiz. Biz gönülle çalar, gönülle söyleriz."
Neşet Ertaş, -eski adıyla- Abdallar köyünün, bugün hâlâ kemaliyle bilinemeyen 'şaman'ı Muharrem Ertaş'tan öğrenir bu (müzikal) edebi. Babası, irfani geleneğin müzikal halkasının son büyük temsilcisidir. Heidegger'in Freiburg'da, bir konsorsiyum sonrası Japon bilgelerle söyleşirken tartıştığı 'gei-do'nun, yani sanatı, insanın kökene ulaşmak üzere girdiği bir yol olarak görüşünün belirtisi. Ertaş, selefi büyük Divan, Halk, Tekke-Tasavvuf şairleri gibi 'gönül dağı'ndan konuşan bir 'Garip'tir. Mahlas olarak seçtiği bu kelime de gösterir ki, 'dünyada garip bir yolcu gibi olmanın' sırrına ermiştir.
Televizyon programında sunucunun sorduğu soruyu, 'sizden sır çıkmaz...' diye başlayarak cevaplayan bu gerçek sanatçı, zanaat ile sanat'ın özdeş ve hakikate ulaşan en büyük yalan olduğunu bilen, böylece, 'dost eline giden seller'e, 'gözyaşını katan' bir derviştir. Ondan, yıllar önce, 'kalpten kalbe bir yol' olduğunu öğrenen herkes gibi ben de, yıllarca sinemde taşıdığım gizli yaranın bir tabibi olduğunu sanmıştım. Oysa, bütün yaraları ve şifa umutlarını boşa çıkaran bir kader sırrının, Sezai Karakoç'un deyişiyle, 'kaderin üstündeki kader'in biraz olsun farkına vardıkça, Neşet Ertaş'ın türkülerini daha çok sever oldum.
Bizim geleneğimizde, Saadet çağından itibaren, şiirle, yani 'mülklerin en tehlikelisi' ve 'uğraşların en masumu' olan bir dille konuşmak, bir gösteriş ve oyun değil, bir düşünce derinliğinden, bir algı ve kavrayış zenginliğindendir. Yavuz Selim ile Şah İsmail'in hikayesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu, 'söz ola kese savaşı' diyen bir gelenektir. Neşet Ertaş'la babasının konuşması da geleneğin ilginç bir örneği olarak belirir. Leyla'ya gönül verir fakat bazı nedenlerden dolayı babası şiddetle karşı çıkar, 'evladım' redifli bir türkü söyler: "Temiz ruhlu, saf kalplisin şöhretsin/Hakkın vardır evlenmeye evladım/Mevlam sana yapanları kahretsin/Aslı bozuk alma dedim evladım / Dokunsalar nazif tene kir gelir/Bizden önce ceddimize ar gelir/Köle olmak şanımıza zor gelir / Aslı bozuk alma dedim evladım"
Neşet Ertaş, kendisini yaralayan 'aslı bozuk'a, 'ana'yla cevap verir: 'Ulu arıyorsan analar ulu /Sevmişiz biz onu olmuşuz kulu/Analar insandır biz insanoğlu / Aslı bozuk deme gel şu insana / Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden/Aslı bozuk deme gel şu insana /Soracak olursan eğer ki benden/Aslı bozuk deme gel şu insana / Yazımızı felek yazdı Mevlâdan değil/Senin dediklerin evladan değil/Her hata suç bende Leylâ'dan değil /Aslı bozuk deme gel şu insana" Muharrem Ertaş, oğlunun bu 'ulu ana' göndermesine boyun eğer ve, "Küsmedim Neşedim kahrettim sana/Baban değil miydim sormadın bana/Olan olmuş yavrum ne deyim sana/Sen aklını yitirmişin evladım"
Bu şiirsel konuşma, Neşet'in Leyla ile evlenip ayrılmasından sonra da sürer. Bu kez, Neşet, Leyla'ya, hatanın kendisinde olduğunu söyler: "Bilemedim kıymetini kadrini/Hata benim günah benim suç benim/Eliminen içtim derdin zehrini/Hata benim günah benim suç benim/Bir günden bir güne sormadım seni/Körümüş gözlerim görmedim seni/Boşa mecnun eylemişim ben beni/Hata benim günah benim suç benim"
Neşet Ertaş'la babası ve Leyla arasındaki bu hikayenin sonuçta evrildiği yer ise şudur: 'Cahildim dünyanın rengine kandım/Hayale aldandım boşuna yandım/Seni ilelebet benimsin sandım/Ölürüm sevdiğim zehirim sensin/Evvelim sen oldun ahirim sensin/ Sözüm yok şu benden kırıldığına/Gidip başka dala sarıldığıma/Gönlüm inanmıyor ayrıldığına/ Gözyaşım sen oldun kahirim sensin/Evvelim sen oldun ahirim sensin/Garibim can yıkıp gönül kırmadım/Senden ayrı ben bir mekan kurmadım/Daha bir gönüle ikrar vermedim/Batınım sen oldun zahirim sensin/Evvelim sen oldun ahirim sensin'
Böylesi bir zengin dilden, bugün alabildiğine ötekileştirici, sağlıklı konuşmanın önünü tıkayan kör ve kadük bir 'iletişim dili'ne nasıl saplandığımız bir yana, bu 'melal'i anlamaktan da uzaklaştık. Gönül dağından, zekanın ve onun kullanıldığı kurnazlığın ağına düştük. Adnan Yılmaz'ın 'Abdal Anıları'ndan öğreniyoruz: "Muharrem Usta'nın gençlik dönemidir. Oğlu Neşet de yetişmiş gelmiş, ün salmaya başlamıştır sanatıyla... Civarda zenginliği ile ünlenmiş bir ağanın düğünü olacaktır. Ağa bekler ki "Teber Uşağı düğün yapacağımı duymuştur. Çıkarlar gelirler yanıma..."
.
Ağanın hanımı anlatılanlara göre Muharrem Usta'nın sanatına hayrandır. Bunu, beyine söyleyip "Muharrem'e haber sal gelsin" dediyse de ağa "Benim haber salmama ne hacet!" deyip geçer. Ağanın beklediği olmaz. Muharrem Usta ağaya varıp da "Düğünün varmış ağam, biz gelelim" demez. Ağa buna sinirlenir. Tez elden haber gönderir adamlarına: "Düğünüme Hacıbektaş'tan sanatçı getirin!" Bu arada ağanın hanımı Muharrem Usta'ya düğün davetiyesini ulaştırır. Hacıbektaş'tan gelen sanatçılar düğünü çalmaya başlar. Başlar başlamasına da ağanın hanımının aklı Muharrem Usta'dadır. Düğünün daha birinci günü Muharrem Usta "Okuntu"ya uyarak düğüne gelir. Gelince ne görsün? Hacıbektaşlı sanatçılar Muharrem Usta'nın sanatının ünü karşısında ona saygısızlık ederek dışa vurmaktadırlar. Üstelik biri de "İstek parçan var mı?" diyecek kadar ileri gider. Oysa oradaki davetliler, Hacıbektaşlı sanatçıların sazı Muharrem Usta'ya bahşeylemelerini beklemektedir. "İstek parçan var mı?" sözüne bütün enginliği ile ayağa kalkarak cevap veren Muharrem Usta, taşı gediğine koymakta gecikmez: "Benden, yani Muharrem Ertaş'tan, oğlu Neşet Ertaş'tan, kaynı Çekiç Ali'den, yeğenim Hacı Taşan'dan söylemeyin de ne söylerseniz söyleyin!" Hacıbektaşlı sanatçılar şaşırmıştır. Sohbeti dinleyen ağa, Muharrem Usta'ya kızarak "Geriye bunların söyleyeceği ne kaldı Muharrem?" der. Tartışmalarını izleyen ağanın hanımı sözünü esirger mi? "Bey bey, işte onu bir bilseydin!" Ağanın hanımının sözleri karşısında Muharrem Usta durur mu: "Ağam ağam, paramın hatırı olur demesen de bize gönül bahşeyleseydin biz de senden emeğimizi esirgemezdik!"
.
.
Kardeş Türküler - Neşet Ertaş, "Yanıyorum"
18 Şubat 2012 Cumartesi
7 Kasım 2011 Pazartesi
13 Mayıs 2011 Cuma
22 Nisan 2011 Cuma
Sensiz Yarım
Her şey yarım
Dışarıda sensiz bir pazartesi
Yeniden başlamak lazım
Hatırlamamak galiba en iyisi
Sensiz yarım
Yaşanacak ne varsa
Bir yanm
Merhaba diyor yeni gelen sabaha
Zifir karanlıkta kalmış
Sensiz yarım
Şarkılar yarım
Susmuş radyolarda aşk
Çekip gidişin gibi
Kapkara büyüyor yokluğun cehennemi
Yanıyor tutuşmuş yarım
Resimler yarım
Gözlerin yok saçların yok
Elele gülmüşüz güllerin önünde
Ellerin yok
Ağlıyor gülen yarım
Sözler yarım
Unutulmuş ne varsa sevdaya dair
En güzel yerinden susmuşsun aşkı
Seni seviyorum desen ne olur
Lal olmuş söyleyen yarım
Kapılar yarım
Vurup gidişin arkana bakmaksızın
Bir sızı bırakmışsın
Acıyor her kapı çalınışta
Seni bekleyen yarım
Sensiz yarım
Yaşanacak ne varsa
Bir yarım
Merhaba diyor yeni gelen sabaha
Zifir karanlıkta kalmış
Sensiz yarım
Aşk yarım
Ben yarım
Her şey yarım
Dışarıda sensiz bir pazartesi
Yeniden başlamak lazım
Hatırlamamak galiba en iyisi
İbrahim Sadri
17 Mart 2011 Perşembe
Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canim;
Vatanim da vatanim...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kir at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakısta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı olum, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir katibi mi...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!
Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler...
Eyüp oksuz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, ucan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sümbül kokan
Türkçe’si bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
Necip Fazıl Kısakürek
Ben Sana Mecburum
ben sana mecburum, bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum, bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum
ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir, o eski İstanbul mudur?
karanlıkta bulutlar parcalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum, sen yoksun
sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşamüstü ansızın yorulur
tutsak, ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat cıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsa, kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih`te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
sana kullanılmamış bir gök getirsem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam,ne tutsam, nereye gitsem
ben sana mecburum, sen yoksun
belki haziranda mavi benekli çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler, bilmiyor
bir şileb sızıyor ıssız gözlerinden
belki Yeşilköy`de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışsın, tüylerin ürperiyor
belki körsün, kırılmışsın, telaş içindesin
kötü rüzgâr saçlarını götürüyor
ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla baslıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır, başka türlü olmayacak
ben sana mecburum, bilemezsin
Atilla İlhan
Kaldırımlar
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..
Necip Fazıl Kısakürek
4 Ekim 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
The Reflection Cafe
Anket Sonuçlari
- Seçim Anketi (25 Haziran- 5 Temmuz 2010)
- "Demokratik Açılım" Anketi (13/11/09-20/11/09)
- Seçim Anketi (9/3/09-27/3/09)
- AKP/AK Parti Kapatma Davası (17/3/08-24/3/08)
- Seçim Anketi (11/7/07-21/7/07)
- Kimlik Anketi (12/4/07-28/5/07)
- Büyük Erdemler Anketi (20/3/07-11/4/07)
- Düşünce Kahvesi Anketi (20/3/07-11/4/07)
- Cumhurbaşkanlığı Anketi (2/3/07-5/4/07)
- Siyasi Yelpaze Anketi (20/11/06-2/3/07)