düşünce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
düşünce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2015 Cuma

Divan Edebiyatından Gazeller

Bir cefâ-keş âşıkım ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem

Aşkının yolunda ey meh kâmetin tek doğruyum
Olurum Mansûr-veş ber-dâr senden dönmezem

Mushaf-ı hüsnün hakıyçin ey dil-ârâmım benim
Ança kim bu tende cânım var senden dönmezem

Bülbül-i şeydâ idim saydına düştüm ey nigâr
Yanarım Mecnun kimi pür-nâr senden dönmezem

Rind-i rüsvâyî benim başımdadır sevdâ-yı aşk
Nâm u nengi koymuşum bâ-âr senden dönmezem

Âşıkım aşkın yolunda hasta gönlüm sırrını
Eylesen bin kez cefâ dil-dâr senden dönmezem

Günde bin kez ta'nesin nus eylerim nâ-keslerin
Çün Nesimîyim belî zinhâr senden dönmezem


Cânı terk itmek gerek bu evde cânân isteyen
Kahrı nûş itmek gerek derdine dermân isteyen

Ma'şûkun yolında âşık nâ-murâd olmak gerek
Ma'şûka vasl olmaya hicrinde pâyân isteyen

Ben ki ma'şûkun rızâsın isteyen buldum bu gün
Sâdıkü'l-kavl olmaya küfrine îmân isteyen

Ben bu sûret mülkünü kıldum harâb anın'çün
Genci buldısa aceb olmaya vîrân isteyen

Şems firâkı ağusın nûş eyle vasl-ı yâr içün
Hâr cevrini çeker şol gül-i handân isteyen


Gelmişem vahdet elinden aşk ile cihâna ben
İçmişem câm-ı ezelden olmuşam mestâne ben

Can uyandı cümle-i müşkillerim oldu ayân
Açtı dost gönül gözün bastım kadem irfâna ben

Gönlüme nûr-i tecellî dost cemâlinden doğar
Şem›ine pervâne oldum aşka yâne yâne ben

Çünki "kerremnâ benî âdem" dedi Kur'ân'da Hakk
Âyine ve sûret oldum cism ile ol câna ben

Çünkü bu sevdâyı yazmış dest-i kudret başıma
Onun için yok kararım düşmüşem cevlâna ben

Ey Sinânî aşk makâmı bes rızâ-yı Hakk dürür
Pâdişâhın hizmetinde durmuşam dîvâne ben


Olmadı âlem içinde bir nefes hürrem gönül
Olmadı bir lahza bî-gam olana hem-dem gönül

Her kime gönlüm gamın dedim gamından gam yedim
Galiba yoktur cihân içinde bir bî-gam gönül

Hâk-i âdem gam ile tahmîr oluptur galiba
Bî-gam olan olmaya cins-i benî-âdem gönül

Gussa-i devrândan bir dil halâs olmuş değil
Sen değilsin mübtelâ-yı gam hemân epsem gönül

Şâhid-i şâdî cemâlin arz ede bir gün ola
Böyle kalmaz gam yeme hâl-i cihân her dem gönül

Saltanat kavgasıdır Adlî seni dil-teng eden
Hırka-pûş olanda vardır var ise hürrem gönül

Ko raiyyet gussasını memleket kaygısını
Âkil isen hâlin anıp eylegil mâtem gönül



Kaynak:  Yağmur Dergisi

28 Mart 2014 Cuma

Demokrasi üzerine aykırı sorular, garabet oluşumlar

Türkiye model ülke olma sıfatını hızla kaybediyor, ama tüm bilginlerin kafa kafaya verse anlamakta zorluk çekecekleri laboratuvar bir ülke konumunda. Küresel ve yerel, bölgesel ve tarihsel, dini ve dünyevi birbirinden farklı ve karmaşık dinamikler hep birden sanki Türkiye’de tezahür ediyor. Birçok emsalsiz deneyimin yer aldığı ama aynı zamanda tasviri mümkün olmayan garabetlerin, tuhaf oluşumların, vahim siyasi tepkilerin ortaya çıktığı tarihsel ve siyasi bir dönemden geçiyoruz. Günlük yaşantılarımıza kadar bizi yıkıcı enerji sarmalına alan, güvenliğinden giderek kuşku duyduğumuz toplumsal bir laboratuvar içindeyiz.
Evet her geçen gün AKP iktidarı kaybediyor, ama kaybeden sadece siyasi bir partiden ibaret değil, beraberinde liderin ve siyasal İslam’ın zafiyetleri ortaya çıkıyor, Müslümanlar lekeleniyor,  bürokratlar değersizleştiriliyor, memurlar sürülüyor, Kürt barışı kavgada tutsak edilmek isteniyor, Alevi mahalleleri polis zulmüne maruz kalıyor, gazeteciler susturuluyor, hukuk kurumları itibarsızlaştırılıyor, devlet geleneği çözülüyor, yatırımlar duruyor, ekonomi inişe geçiyor. Türkiye kaybediyor. Ama iyi günlerin geride kaldığını kabullenmekte zorlanıyoruz. Henüz şuurları eski tren raylarına kilitli kalmış bir istikamette yol alan, ayrıcalıklı konumlarını ya da umutlarını kaybetmek istemeyen, içeride cemaat, dışarıda komplolar olmasa, her şeyin güllük gülistanlık olacağını, bıraktığımız yerden demokratikleşmeye, toplumsal barışa doğru yol alabileceğimizi düşünmek isteyen birçok kişi var. Ama ne yazık ki bu böyle değil. Tarih düz bir çizgide, tren raylarında kayıp gitmiyor. Farklı bir güzergâha girildi bile. Edinilmiş kazanımlar bir bir yok olmakta.
Nerede, neden ve nasıl kaybediyoruz?. İçinde bulunduğumuz durumu farklı odak noktalarından, modern çağın garabet gelişimleri ve demokrasilerin karşı karşıya kaldığı aykırı soruların ışığında değerlendirmeyi deneyelim.
Bilgi çağı ve fitne
Bugün sadece Türkiye değil, tüm dünya, bir yandan devlet sırlarının, öte yandan kişisel mahremiyetin üzerindeki perdenin kalktığına şahit olmakta. Wikileaks skandalıyla birlikte küresel düzlemde devlet sırlarının çözülebileceğini gördük, Amerikan diplomasinin bilmediğimiz yönlerini öğrendik. Bilgi çağında medyanın bilgi verme yükümlülüğü artıyor, hakikat ve haber, sır ve mahremiyet arasındaki duvarlar kalkıyor. Yeni bilgi çağı ve iletişim teknolojileri kişileri, haneleri ve devletleri gözaltına alabiliyor, dinliyor, kaydediyor, dosyalıyor, verileri dolaşıma sokabiliyor.
Sırlar muhafaza edilemeden nasıl bir devlet yönetimi olacak? Mahrem alanın kalmadığı bir toplumda nasıl kişisel özgürlüklerden söz edebiliriz? Bu sorular ileri demokratik toplumların gündemine giriyor.  Ama sonuç olarak, bilgi çağının olanakları ve vatandaşların bilgilenme hakkı ve arzusu, özel mahremiyet ve devlet sırrının kilidini kırıyor, saydamlık çemberinin içine sokuyor ve kişi hakları ile kamu yararı arasında yeni ayarları zorunlu kılıyor.
Türkiye’de ortaya çıkan yolsuzluk skandallarını bilgi verme yükümlülüğünün izdüşümünde değerlendirebiliriz. Ancak eşzamanlı olarak Müslümanlar arasında bir fitne ortaya çıkması, farklı bir garabete neden oluyor. Masumiyetini ispatlamaya girişenler ile iftiralara maruz kaldığını söyleyenler arasında bir ölüm-kalım savaşı post modern iletişim çağının metotlarıyla yapılıyor.
Ama her ne kadar maddi deliller ve veriler ortaya çıkarsa çıksın, ortak bir gerçeklik algısına ulaşmanın yolu bulunamıyor. Bu bilgiler gerçeklik konusunda mutabakat sağlama bir yana, iki hakikat rejimi arasında çatışma konusu oluyor ve siyasi kutuplaşmanın bir parçası hâline geliveriyor. Bilgilenme ile demokrasi, haber ile hakikat arasındaki ilişki sanıldığı kadar kolay ihsas edilemiyor, saydamlık yoluyla gerçekliğe ulaşacağımızı sandığımız anda hakikate gölge düşüyor, düşürülüyor.
Aykırı soru: Bilgi çağında Müslümanlar arasında seyreden bu fitneye karşı demokrasi bir hakikat ve hukuk rejimi olarak kendini yeniden tesis edebilecek mi?
Sultan ve Çar
İktidarın kişiselleştiği birçok aydın ve yazarın ortak teşhisi. AKP’ye yakın duran aydınlardan en sert muhaliflerine kadar herkes AKP iktidarının Erdoğan’ın kişiliğine endekslendiğini ve otoriterleştiğini vurguluyor. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye giderek Avrupa ülkeleriyle arasına mesafe koyuyor, yükselen ülkeler ile benzerlikler gösteriyor. Dikey kentler, rant ve tüketim ekonomisi, güçlü liderler, keyfi kullanılan kaynaklar ve muhalefete tahammülsüzlük yükselen ülkelerin ortak yönetim özellikleri. Bu ülkeler kıta Avrupası demokrasi modellerinden çok uzak bir güzergâh sergiliyorlar.
Batı Avrupa liderleri giderek güçlü, hatta karizmatik lider tiplerinden uzaklaşarak, daha az erkek egemen, daha mülayim kişilikleriyle ülkelerinin yönetimindeler. Buna karşın ataerkil, pederşahi ya da maço erkek vasıflarıyla iktidar gücünün pekiştirildiği lider modelleri dünya sahnesine çıkıyor. Dünya medyası Erdoğan’ı demokrat olmadığı ölçüde Osmanlı Sultanlarına, Putin’i de umursamaz zalimliğiyle Rus Çarlarına benzetiyor. Bu liderler imparatorluk geçmişini bilinçaltında canlandırıyorlar.  Ama aynı zamanda popülist lider kültünü teşhir ediyorlar. Ancak iki liderin özdeş olduğunu söyleyemeyiz. Vahşi bir doğada, at üstünde üstü çıplak savaşçı gövdesini sergileyen Putin ile hasımlarıyla halk mitinglerinde savaşan Erdoğan’ın “erkek adam” ve güçlü lider görünümleri aynı kültürel havzadan soluklanmıyor.
Otoriterleştiğini ifade etmek için birçok gözlemcinin dile getirdiği Erdoğan’ın Putinleştiğiteşhisi yetersiz, hatta yanıltıcı. Putin’den farklı olarak Erdoğan vaatleri olan, sözü olan bir lider. Erdoğan birçoklarının gözünde 21′inci Yüzyıl’ın en önemli liderlerinden biri olacak iken, Arap sokağından İslamcı reformistlere, İsrail’deki muhalefet aydınlarından Türkiye’deki azınlıklara kadar farklı gönüllere girmişken, umut olmuşken kaybediyor.  Sultan Çar karşısında geriliyor.  O kaybediyor, sıradan bir despot olan Putin, dünya üzerindeki nüfuzunu gasp yoluyla arttırıyor. Kırım bunun son örneği. Ama hem Osmanlı geçmişiyle bağları hem de Avrupa nedeniyle çok önemli bir örnek.
Avrupa modernlik tarihinin üç medeniyet halkası etrafında şekillendiğini ileri sürebiliriz. Gerard Delanty Avrupa’yı sadece Hristiyan Batı’nın değil, aynı zamanda Slav Bizans ve Müslüman Osmanlı’nın tarihsel miraslarının belirlediğini söyler. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Doğu Avrupa yeniden Avrupa’nın oluşumunda devreye girdi. Ama Osmanlı mirası dışarıda kaldı. Türkiye’nin Avrupa adaylığı bu mirası canlandıramadı. Tersine, Avrupa istemeyerek de olsa Ortodoks Rus tarihsel mirasının nüfuzuna giriyor, ama Avrupa içerisindeki Osmanlı İslam etkisi uzaklaşıyor, değersizleşiyor. Bunun tek sorumlusu ve kaybedeni tabii ki Türkiye değil. Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye ile tarihsel randevularını isteyerek, bilerek kaçırdılar.
Ama sonuç olarak Türkiye kaybediyor.  Avrupa siyaseti rafa kaldırıldı, neo Osmanlı vizyonu Avrupa baharıyla yeni bir ivme kazanacak iken Suriye’de batağa battı, Mısır’da askeri darbe sonucu geri tepti. Türkiye’nin siyasi vizyonu, Ortadoğu’da askeri vesayete karşı çıkmasına, haktan ve halktan yana olmasına rağmen kaybetti. Doğruları savunmak, kazanmak için her zaman yeterli olmuyor. Nedenleri çok yönlü, çok aktörlü.  Ancak AKP iktidarı, soğukkanlı bir durum analizi yapamadı. Diplomasi birikimini, tarih bilgisini kullanacak yerde, komplo teorilerine sarılıyor. Lider ve çevresi, haklılıklarından şüphe etmedikleri için, her türlü garabeti kendilerine karşı ihanet ve kumpas olarak okuyorlar. Güçlü lider sendromu “tek aktör patolojisine” dönüşüyor. Ne var ki komplo senaryoları yazmaya başlamak, güçsüzlüğün itirafı anlamına gelir. Tarihin aktörü olamadığınızı itiraf ediyorsanız, başkaları sizin yerinize tarihinizi yazıyor demektir.
Sadece siyasal vizyonuyla değil, işadamlarıyla, kültürel sermayesiyle, dizi filmleri, festivalleri, okullarıyla küresel aktör olma iddiası taşıyan AKP’li Türkiye, tek aktör patolojisinin pençesinde, “zayıf tarihsellik” sarmalına yeniden düşüyor.
İktidarın kişiselleşmesi garabet bir gelişim. Demokrasi için aykırı soru:Putin neden kazanmaya devam ediyor? 
 Müslüman vatandaş, asker devlet ve liberal yanılgı
Diğer bir ortak teşhis Müslümanların yeniden mağdur durumda kalmaktan endişe ettikleri, bunun için de AKP’ye daha bir sıkı sıkıya sarıldıkları görüşü. Erdoğan’ın toplumsal dinamikleri temsil ettiğine inanan aydınlar, halk gücünün arkasında olduğuna, Müslüman vatandaşın desteğini gösteriyorlar. Öte yandan, AKP’li olmayan aydınlar da Müslüman vatandaşın zihinsel dünyasına, tedirginliklerine dikkat çekiyorlar. Nitekim AKP’li Müslümanlar on yılı aşkın bir iktidar sonrasında mazlum kimliğiyle konuşmaktan imtina etmedikleri gibi, eski günlere dönmekten, yani yeniden kendilerini yetim konumunda bulmaktan, devletsiz kalmaktan korktuklarını ifade ediyorlar. Dahası, iyi günlerinde hayran oldukları Erdoğan’a  bugün kötü günlerinde daha bir sıkı sarılıyorlar. Çocuklarını cemaatin okullarına gönderen kentli, iyi okumuş, hâli vakti yerinde bir genç eskiden Erdoğan ile “gönül bağım vardı”, bugün ise “öl dese ölürüm” diyebiliyor. Kutsalına dokunulmuşçasına bir tepki veriyor. Gündelik hayatı Twitter’da geçen biri Twitter kapatılsa bile bu işte bir hayır arıyor, ileri sürülen sebepleri, kılıfına uydurmaları, “hile-i şer’iye”  diyerek, sorgusuz kabulleniyor.
Dindarlar nasıl bu yolsuzlukları içlerine sindiriyorlar, İslamcılar neden AKP’nin bu gidişine dur demiyor, sorusuna İslami kesimin önemli aydınlarından eski Mazlum-Der Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu Müslümanların güce ve paraya yenik düştüğünü, manevi dünyalarının içinin boşaldığını, vicdanlarının sesini dinleyemediklerini söylüyor. “İslamcılarda güçle ilgili bir özlem, istek var çünkü. ‘Hakim olalım ve ne olursa olsun gücü kaybetmeyelim’ anlayışı var. Muhalefete düşmeyi büyük bir yıkım olarak görüyorlar. Bu, İslamcılığın ana problemlerinden biri…  ‘Yenildik ve yenmeliyiz’ diyorlar. Bu kadar basit görüyorlar. Patoloji burada başlıyor” diyor . (Tuğba Tekerek söyleşisi, Taraf gazetesi, 17 mart 2014).
Sorun tam da burada, Müslümanların devlet ile ilişkisinde yatıyor.
Siyasal İslam’ın devlet ile imtihanı üzerine düşünürken İran modeli hatırlatılabilir. 1980′li yıllarda şekillenen siyasal İslam hareketleri seküler devlet karşıtlığı üzerinden toplumsal tasavvurlarını tanımlamıştı. Nitekim İran’da 1979 yılında devrim yoluyla iktidara gelen siyasal İslam, dini ilkelere dayalı bir hükümet modeli inşa etmiştir. Ayetullah Humeyni,  Şia geleneği içindeki “beklenen İmam” yeniden ortaya çıkıncaya kadar ümmetin hükümetsiz kalmaması için “velayeti fakih” olarak nitelenen siyasi bir yönetim modeli ortaya koyar. İran İslam Cumhuriyeti “fakih”in önderliğinde devrimin sürekliliğini sağlayacak, anayasada görevleri belirlenmiş bir dini liderlik kurumunu en üst makam olarak belirlemiştir. Seçilmişlerin ağırlığını koyamadıkları bir yönetim biçimi. Bugün İran’da demokrasi mücadelesi rehber vesayetini zorlayarak ilerlemektedir.
Türkiye’de ise demokrasi mücadelesi seçilmişler adına, devlet üzerindeki askeri vesayeti geriletmeyi üstlendi. AKP iktidarı askeri vesayeti kaldıracağını taahhüt ettiği ölçüde demokratik güçleri arkasına aldı. Müslümanlar iktidara geldi, askeri vesayet geriledi, ama iktidarlarının mutlak olmadığını kabullenemiyorlar. Nasıl bir devlet sorusuna, kendi iktidarlarını sınırlama pahasına, adalet ve özgürlüklerden yana, hukuk ve liberal demokrasinin ilkelerine sarılarak cevap veremiyorlar. Devletin gücünün sınırlanması, yasama, yargı ve yürütmenin ayrıştırılması, anayasa yoluyla bireylerin haklarının güvence altına alınması gibi toplumun tümü için iyi, doğru ve güzelden yana ortak ilkeleri sahiplenmiyorlar. Sadece kendi iktidarlarına odaklanmış durumdalar. İktidarlarının sürekliliğini sağlamak için, hasımlarına ve eleştirilere karşı tek vücut, rehberlerinin arkasında siper olmuş durumdalar.
Askeri vesayetin geriletilmesi,  sandık demokrasisi ve seçilenlere yapılan vurgu “liberal yanılgıya” yol açtı diyebiliriz. Daha çoğulcu bir vatandaşlık tasavvuruna geçtiğimizi umut ederken, çoğunluğun despotluğu tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktayız. Çünkü, laik cumhuriyetçilerin bir kısmı için askersiz devleti düşünmek ne kadar zor ise,  AKP’liler nezdinde de vatandaş Müslüman çoğunluktur, Türk, Müslüman ve Sünni vatandaşlar devletin doğal sahipleridirler.
Bugün iktidarda olmalarına rağmen kendilerini mazlum olarak koşullandıran Müslümanların ve de onların sözcülerinin görmek istemedikleri kendilerinden başka vatandaşların da olduğudur. Böylelikle kendilerini başkalarına karşı sorumlu hissetmelerine gerek kalmamaktadır. Başkalarının da bizzat kendileri, kendi iktidarları tarafından incitilebileceği, horlanacağı, dışlanacağı meseleleri değildir. Kimseye bir vefa borçları olmadığı gibi diğerlerinin hakları umurlarında değildir. Hatırlanmalıdır ki, iktidara Erbakan’ı tasfiye ederek, “babayı öldürerek” gelmişlerdir. Artık iktidar sırasının kendilerine geldiğini düşünmektedirler, kendilerinden önceki zenginlere, siyasilere, aydınlara, hocalara, abi ve ablalara kin beslemektedirler, onların sermayelerini, birikimlerini talan etmekten çekinmeyeceklerdir. Geleneklerle zincirlerini koparmış, iktidar olmanın modern kibrini taşımaktadırlar, çoğunluk olmanın şuursuz coşkusuyla doludurlar.
Unutulmamalı ki bireyler hakikat ve adalet arayışından koptuğu ölçüde, vicdanlarının sesini dinleyecekleri yerde, liderlerinin sözlerini tekrar ettikçe, yıkıcı siyasi enerjilerin manivelası hâline geliverirler. Miting alanında liderlerine biat etmiş kitlenin, polisin attığı gaz fişeğiyle ölenBerkin’in annesini yuhalaması böylesine bir kötücül tehlike anıdır.
İktidardakilerin kendilerine mazlum kimliği biçmeleri garabet bir tutum. Demokrasi için aykırı soru: Türklerin askersiz bir devlet tasavvuru var mı?
Berkin ve Alexis kardeşler
Berkin Gezi Parkı hareketleri sırasında evinden ekmek almak için çıktığında, polis tarafından atılan gaz fişeğiyle başından yaralanır ve uzun bir komanın arkasından yaşamını yitirir. Alexisde Yunanistan’da devriye gezen bir polis tarafından öldürülür. İki komşu ülkedeki iki gencin kaderleri birbirine benzer. İkisi de 15 yaşında öldürülürler. Berkin Yunanlılara Alexis’i hatırlatır. Yunan toplumu Berkin’ini kendi Alexis’i gibi, kardeşi gibi bağrına basar. 2008′de polis kurşununa hedef olan lise öğrencisi Alexis’in öldürüldüğü yerde Berkin için anma töreni düzenlenir, yas tutulur, sosyal medyada kardeş fotoğrafları dolaştırılır. AKP’li Türkiye ise Berkin ile Burak’ın kardeşliğini bile engeller.
Yunanistan kendimizi karşılaştırmaktan vazgeçtiğimiz bir ülke. Avrupa topluluğuna girmesiyle birlikte generaller rejimini arkasında bırakarak demokratik yönetimini pekiştiren ve kalkınan Yunanistan 2009′dan beri çok ağır bir ekonomik krizin içerisinde. Siyaset alanında, orta sağ ve orta sol partileri hızla eriyor, siyasi parçalanmışlık içinde aşırı milliyetçi sağ bir parti, “Altın Şafak” partisi yükseliyor.
Krizle beraber işlerini kaybeden, evsiz kalan, birçok orta sınıf mensubu insan, toplumun “yeni mağdurları.” Genç akademisyen Alexis Kentikelenis krizin mağdurlarını böyle tanımlıyor. En zoru yılların birikimi sonu elde etmiş oldukları mesleklerinin, mal varlıklarının, sosyal statülerinin bir günde ellerinden gittiğini, yitirdiklerini görmeleri. Eski günlerin gelmeyeceğini kabul etmek, yarınlardan ümit kesmek çok zor geliyor bu insanlara. Birçok insan sağlığını kaybediyor, depresyona giriyor, yardım almaktan utanıyor, sosyal yaşamını devam ettiremiyor, yalnızlaşıyor. Ekonomik krizin insan üzerinde çok ağır manevi zararları, kederi, ızdırabı var. Sadece bireyler düzeyinde değil, Yunanistan toplumu kolektif bir travma ile baş etmeye çalışıyor. Avrupa’nın gözde medeniyeti Yunanistan, Avrupa’nın “yeni mağduru.”  Yunanlılar mağduriyetlerini ve kederlerini  dönüştürücü bir güce çevirme gayreti içinde, yaşamı sürdürme stratejileri, dayanışma ağları geliştirmeye çalışıyorlar. Yeniden ümitlerin yeşermesi için önce durumu, acı gerçekleri kabul etmek zorunda kalıyorlar. Eski günler gelmeyecek, “bir gün kazandıklarımızı kaybedebilirmişiz” idraki içinde yarınları yeniden hazırlamaya çalışıyorlar.
Avrupa Birliği’ne üye bir ülkenin ekonomik krizin bedellerini bu kadar ağır ödemesi bir garabet. Aykırı soru: Türkiye Yunanistan’a benzeyebilir mi?
Zor ama zorunlu çıkarsamalar
Son on yıla damgasını vuran ekonomik gelişme, politik istikrar, açık toplum tekerleği artık dönmüyor. Bu zaman çemberinin sonuna dayandık. Eski günler geri gelmeyecek. Ama eskiyi devam ettirebileceğimiz şuursuzluğuna yakalanırsak yarınlarımız bugünümüzden daha kötü olabilir.
Dindarlar para ve güç karşısında manevi değerlerden koptular, kendi vicdanlarının sesi yerine liderlerinin sesini dinliyorlar.
Endişeli modernler, işadamları, gazeteciler, Kürtler, Geziciler, azınlıklar derken bugün Müslümanlar Müslümanlardan korkmaya başladı.
Karşılıklı güven ilişkilerinin kalmadığı bir toplumda kaos nasıl engellenir?  Nasıl bir mutabakat, sosyal kontrat tesis edilebilir?
Asli olan açık toplumu devam ettirmektir. Özgürlükleri güvence altına almak ve korkuyu dağıtmaktır.
Mizah ve iletişim şu anda demokratların en önemli gücü, siyasetin sınırlarını bireylerden yana genişletiyor.
Farklı bir siyasal kültürün yörüngesine giriyoruz. Gezi meydan hareketi bu konuda yol gösterdi. Demokratik toplum; farklı görüşten sıradan vatandaşların kurtarıcı lider beklemeden, ideolojilerin, inançların rehberliğini aramadan beraberliklerini kurgulayabilmesi, sahneye koyabilmesi ve çoğulcu vatandaşlık değerlerini, edebini çoğaltabilmesidir.
Hem demokrasi hem dinler tarihi, yenildiği zaman da bir insanın, bir toplumun kazanabileceği ilkeli bir duruş sergileyebileceğini hatırlatır. Hatta  yenilgilerimizden nasıl başarıyla çıktığımız başarılarımızın sırrıdır, teminatıdır.
 Twitter: @Nilufergole

6 Aralık 2013 Cuma

Türk Eğitim Düşüncesi ve Deneyiminin Dönüm Noktaları

Seyfi Kenan, Marmara Üniversitesi
Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 2013


Türk eğitim düşüncesi ve deneyiminin şekillenme evreleri konusunda bir çözümleme denemesi yapmayı hedefleyen bu çalışma, hem anlayış ve yöntem, hem kurumsallaşma açısından önemli dönüm noktalarından yola çıkarak bir yandan dönemlendirme yaparken öte yandan da bu süreçler içerisinde anlayışta yaşanan dönüşümlerin değerlendirmesi üzerinde duracaktır. Özlü bir şekilde vermek gerekirse, Karahanlılar’ın 9. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan girişimlerinden Osmanlılar’ın 18. yüzyıl sonuna kadar devam eden süreci, özellikle Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kurulduğu 1795’e kadar geçen uzun dönemi eğitimde klasik dönem olarak adlandıracaktır. Türk eğitim tarihinde bir dönüm noktasını oluşturan Kara Mühendishânesi’nin kurulması ile birlikte, bir yandan “vaktin mizacı”, zamanın ruhu açısından zeminini kaybeden, öte yandan silsilesi /düzeni ve geleneği bozulan medrese eğitiminin yanında veya dışında genel eğitim tasavvurunda Avrupa’daki gelişmelerle de örtüşecek şekilde modern dönem başlamış ve bu deneyim, içerik, yöntem ve anlayış açısından daha da gelişerek ve kurumsallaşarak Türk eğitiminde yarattığı çatallaşma da dahil olmak üzere çeşitli sorunlarıyla birlikte Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. 19. yüzyılın mektep-medrese ayrışması ve yabancı okullar deneyiminden önemli dersler çıkartan Cumhuriyet’in ilk işi, modern Türk eğitim anlayışını ve kurumlarını birbiriyle uyumlu bir bütün haline getirmek, zamanın ruhuna uygun bir şekilde geliştirmek ve eğitimi; bölge, ırk, cinsiyet ve din farkı gözetmeksizin yaygınlaştırmak ve daha da işlevsel hale getirmek olmuştur.


Eğitimdeki klasik deneyimden modern çağa geçişi dönemlendirirken genel hatlarıyla Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti şeklinde başlıklar altında ele alan bu çalışma, yöntem açısından şu noktayı da dikkate alacaktır: Türkler’in klasik dönemdeki uzun medrese deneyimini, bozulduğu son aşamaya bakarak değerlendirmek yanıltıcı sonuçlara vardırabileceğinden dolayı, uzun yıllar hem Selçuklular’ı hem Osmanlılar’ı her açıdan besleyen ve taşıyan bu eğitim kurumlarının geçmişini son yozlaşmış hâlinin etkisinde kalmadan çözümlemeye çalışacaktır. Şüphesiz böyle bir tutum olguya daha uygun düşecektir.

...


Makalenin tam metni için tıklayınız.

11 Kasım 2013 Pazartesi

İktisadi Düşünce Tarihimizde Bir Sayfa: Mecmua-i Fünun

Dr. Ömer Karaoğlu
Akademik İncelemeler Dergisi 8/1, 2013
Özet: Batı dünyasında modern zamanlara doğru belirginleşen disipliner uzmanlaşma ve pozitivizme yol veren bir dizi gelişme, geleneksel Osmanlı algı ve bilgi dokusunu etkilemeye başladı. Böylelikle Osmanlı zihinsel yapısı, XIX. asır başlarından Tanzimat Dönemine değin politik ve kültürel bakımdan bir değişim süreci yaşadı. Gerek çeviri gerekse telif eserler, dönem içinde yayınlanan dergi ve gazeteler ve yine özellikle bir kısım İngiliz diplomatının etkisiyle klasik batı iktisat düşüncesinin liberal kanadı dönemin iktisat görüşlerine rengini vermiştir. Liberal çizginin Mecmua-i Fünun’daki temsilcilerinin bir bölümü İngiltere’de eğitim görmüş ve bu itibarla batı iktisat düşüncesinin Smith-Ricardo etkisini daha açık olarak yansıtmıştır. Konu aldığımız derginin liberal nitelikli iktisadi görüş ve yaklaşımlarını özellikle Münif Paşa, Mehmed Şerif Efendi ve Ohannes Paşa’nın etkili biçimde işledikleri görülmektedir. Dergideki makalelerinde Osmanlı insanının ticaret anlayışı içerisinde kanaatkârlık yaklaşımı, batıda bulunan girişim gayret ve ruhundan yoksunluğu gibi görüşler ileri sürülmektedir. Ticari metotlar konusunda bilgi birikiminin yetersiz olduğu, sorunun temelde maddi-fiziki koşullardan önce düşünsel ve ahlaki olduğu iddia edilmektedir. Türk iktisat düşüncesinin XIX. yüzyıldan itibaren özellikle Avrupa teorik ve politik iktisadının etki alanına girdiği ve bu sürecin Türk modernleşmesinin önemli bir safhasını teşkil ettiği söylenebilir.
Tam metin için tıklayınız.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Zaman Kavramı ve Yönetimi

Mehmet Gürbüz & Ahmet H. Aydın
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
KSÜ Sosyal Bilimler Dergisi 2012

ÖZET: Zaman, kâinattaki tüm cisimlerin hareketleri esnasında, birbirlerine göre konum
değişikliğinin olması için geçen süre dolarak tanımlanabilir. Genelde insanlar zamanı,
kendilerini etkileyen güneş sistemindeki gök cisimlerinin hareketlerine göre algılar.
Zaman, fiziksel zaman, biyolojik zaman ve psikolojik zaman olarak üçe ayrılabilir.

Birçok insan değeri ölçülemeyen zamanı tesadüfler ve şans faktörleri ile
kullanmaktadır. Bir bireyin, toplumun, örgütün vb. kurumların hangi meslekten olursa
olsun, başarılı olmasında zaman anlayışının büyük rolü vardır. Başarılı olmak için,
tasarruf edilemeyen, sadece tüketilip kaybedilen ve geri getirilmesi mümkün olmayan
zamanın etkili ve verimli kullanılması gerekmektedir. Bu gereklilik “zaman yönetimi”
kavramını ortaya çıkarmıştır. Zaman yönetimi, zaman içerisinde kendimizi meşgul
ettiğimiz faaliyetlerin yönetimi ve zamanı etkinlik dilimlerine başarılı bir şekilde
bölmektir. Bu çalışmanın amacı, zaman kavramını tartışarak zamanın öneminin
algılanmasını sağlamak ve zamanı yönetmek için neler yapılabileceğini ortaya
koymaktır

Makalenin tam metni:

9 Ekim 2013 Çarşamba

Medeniyetleri Karşılaştırmak: George Makdisi Örneği

Bilim Sanat Vakfi NOTLAR Serisi – SAYI: 27 – YIL: 2012
” George Makdisi Notları”  / 31 Mart 2012 / BSV Notlar 27 
Medeniyetleri Karşılaştırmak: George Makdisi Örneği”, 2012, 43 s.

Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından 31 Mart 2012 tarihinde düzenlenen “Medeniyetleri Karşılaştırmak: George Makdisi Örneği” panelindeki sunumlar Notlar serisinin 27. eseri olarak yayınlandı. Eyyüp Said Kaya’nın (İstanbul Şehir Üniversitesi) başkanlığındaki oturumda Ali Hakan Çavuşoğlu (İSAM), H. Tuncay Başoğlu (İSAM) ve Harun Yılmaz (Marmara Üniversitesi) medrese çalışmalarının Batı’daki en önemli isimlerinden George Makdisi’nin İslam ve Ortaçağ Batı yükseköğretimleri hakkındaki yaklaşımı çerçevesinde medeniyetleri mukayese etmenin imkânlarını ele aldılar.

13 Eylül 2013 Cuma

Siyasi Düşünce Tarihimizde Batıcı Bir Aydın Olarak Celâl Nuri

Necmi Uyanık, Selçuk Üniversitesi

Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2004

ÖZET
II. Meşrutiyet’ten cumhuriyet dönemine geçiş sürecinde Celâl Nuri İleri önemli
bir Türk aydını karakterini temsil etmiştir.Osmanlının çöküş noktasına geldiği ve Türk
yenileşme tarihinin atlama noktasını teşkil eden bu dönem, batıcı bir aydın olan Celâl
Nuri’nin perspektifinden hareketle değerlendirilmiştir. Bu makalede öncelikle Celâl
Nuri’nin hayatı ve eserleri verildikten sonra, sırasıyla Osmanlı Devleti’nin gerileme
sebepleri, garpçılık-garp medeniyeti, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi fikir
hareketleri Celâl Nuri merkezli olarak ele alınmış ve sonuca gidilmiştir.

Makalenin tam metni:

http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s15/uyanik.pdf

Ahmed Yesevi’nin Bektaşilik, Alevilik Üzerindeki Etkileri ve Osmanlı Dini Hayatındaki İzleri

Eyüp Baş, Ankara 
Özet
Osmanlı dönemi dini hayatını iyi bir şekilde anlayabilmek, konunun tasavvuf ve tarikatlar
boyutunu göz önünde bulundurmakla mümkündür. Bu durum dikkate alındığında,
kökleri Türklerin İslamiyet’i kabulleri sürecinin hemen akabine kadar dayanan bir
tarih dilimi ile karşılaşılmaktadır. Söz konusu süreç içerisinde İslam coğrafyasının çeşitli
bölgelerinde ortaya çıkan İslam anlayış ve yaşam tezahürleri, farklı yönleriyle Osmanlı
toplumuna miras olarak ulaşmış gözükmektedir. Osmanlı topraklarında doğmasa
da, Osmanlı döneminde yaşamasa da Ahmet Yesevî ve tarikatı Yesevîlik, bahsedilen
etkinin önemli bir örneğidir. Çalışmada Orta Asya Türk-İslam kültürünün çok önemli
bir aktarıcısı olarak Ahmed Yesevî, onun tarikatı Yesevîliğin Bektaşîlik ve Alevîlik üzerindeki
etkileri ve Osmanlı dönemi dini hayatındaki izleri konu edilmiştir. Elde edilen
verilere göre Yesevîliğin Osmanlı coğrafyasında iki şekilde varlığını sürdürmüş olduğu
görülmüştür. Bunlardan ilkinin Yesevîliğin düşünce yapısının, âdab ve erkânı denilen
uygulamalarının Nakşibendîlik ve Bektaşîlik içerisindeki etkisine bağlı varlığı; ikincisi
ise bazı arşiv belgelerinin işaret ettiği gibi bizzat Yesevîlik tarikatı olarak varlığıdır.
Makalenin tam metni:

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Mevlana ve Marcel’de İnsan Varlığı

Abdullah DURAKOĞLU, Abant Izzet Baysal Universitesi
Akademik Bakis Dergisi, Temmuz-Agustos 2013 

ÖZET 

13. yüzyıl Türk mutasavvıfı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ile 20. yüzyıl Katolik Fransız filozofu Gabriel Marcel’in ideal insan anlayışlarının karşılaştırıldığı bu çalışma, literatür taramaya dayalı nitel bir araştırmadır. Bu çalışma iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde her iki düşünürün, insanın değeri ve varlık yapısına ilişkin düşünceleri, ikinci bölümde ise ideal benlik tasarımına ilişkin düşünceleri karşılaştırılmıştır. Çalışmanın sonunda her iki düşünürün, insan varlığına büyük bir değer verdiği ve insanın, ancak kendi özüne dönüp Tanrı ile aşk ilişkisi kurarak ideal benliğini oluşturabileceğini iddia ettikleri görülmüştür. Bu bağlamda çalışmanın sonunda, iki düşünürün ideal insan anlayışlarının birbirine birçok açıdan benzediği de görülmüştür. Ayrıca çalışmada ortaya çıkan bu sonuç, Mevlânâ’nın evrensel bir düşünceye sahip olduğu iddiasını daha da güçlendirmektedir. Zira bu çalışmanın sonunda, Mevlânâ’dan yedi yüzyıl sonra yaşamasına ve onunkinden farklı dine ve kültüre mensup olmasına rağmen Marcel’in, Mevlevi düşüncesine yakın görüşlerde bulunduğu görülmüştür.

Makaleye ulasmak icin, tiklayiniz.

7 Haziran 2013 Cuma

Atatürk’ün Entelektüel Zihin Haritası

Ekopolitik Panel & Zafer Toprak 

Belki de Atatürk’ün hiç tartışılmayan yeri entelektüel kimliği. Seven de sevmeyen de bu işle hiç uğraşmıyor ne hikmetse. Hocamla bunu konuşmak istiyoruz, buyurun hocam.

Zafer Toprak: Çok sağ olun. Eksik olmayın. Her şeyden evvel bu olanağı bana tanıdığınız için çok teşekkür ederim. Ben yirmi yıla yakın bir süredir Boğaziçi Üniversitesi lisansüstü programlar kapsamında Atatürk Enstitüsü’nün başında bulunuyorum. Biz yüksek lisans ve doktora derecesinde disiplinler arası bir enstitüyüz. Hocalarımız daha çok farklı disiplinlerden gelen hocalar. Tanırsınız Ayşe Buğra, Şevket Pamuk, Çağlar Keyder; yani sosyoloji, ekonomi gibi disiplinlerden çok farklı disiplinlerin bir arada olduğu bir enstitü. Enstitünün çalışmaları epey ses getiriyor, onu belirteyim. Her sene tezlerimiz ödül alıyor. Kitaba dönüştürülüyor, yayınlanıyor. Bundan üç yıl önce filan dikkatimi çeken bir husus oldu. Anıtkabir derneğinin yayınlamış olduğu Atatürk’ün okuduğu kitaplar adlı bir dizi, 24 ciltlik. Burada bu 24 ciltte Atatürk’ün kütüphanesindeki 4 bin dolayındaki kitabın Atatürk tarafından altı çizilmiş sayfaları yer alıyor. Bu son üç yıl içerisinde dört bin kitabı kabaca görme fırsatım oldu. Önemli kesimlerini okuma fırsatım oldu. Özellikle Atatürk’ün vurguladığı kesimleri okuma fırsatım oldu. Buradan yola çıkarak bir tür entelektüel arkeoloji sürecine başladık. O bölük pörçük bilgilerden yola çıkarak acaba Atatürk’ün düşünsel yapısı nasıl şekillendi, bunu irdeleme çabası içerisinde olduk. Bu kitapların önemli bir kısmı Fransızcaydı, önemli bir kısmı eski Türkçeydi ve diyebilirim ki tarih ağırlıklıydı, dil ağırlıklıydı. Bir noktada Atatürk’ün 30’lu yıllardaki projesi ile çok yakından bağımlıydı. 30’lu yıllarda gerçekleştirdiği tarih tezleri ya da dil alanındaki gündeme getirdiği dönüşümlerle çok yakından bağlantılıydı. Bu arada şunu fark ettim, Atatürk ile ilgili herkesin kendine göre bir Atatürk’ü var tabii, Atatürk ile ilgili yazılan, çizilen eserlerin büyük çoğunluğu Atatürk’ün askeri kimliğine ya da siyasi kimliğine yönelik. Özellikle bir düşünce adamı olarak, Atatürk biyografilerinde ayrılan yerin çok sınırlı olduğunu gördük. Diğer bir husus Atatürk ile ilgili yazılan biyografilerde kitapların %90-95’i 1930’a kadar. 30’lu yıllarda Atatürk ile ilgili çok az şey yazılmış durumda. Öte yandan Atatürk’ün söylev ve demeçlerine baktığım zaman keza aynı şeyi orada da gözlemleme fırsatım oldu. Atatürk’ün aslında siyasi bir lider olarak aktif politikadan 30’lu yıllarda çekildiğini gözlemleme fırsatım oldu. Atatürk aslında 1927’ye kadar, 1927 Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurultayıdır bildiğiniz gibi. Birinci kurultaydır ama ikinci kurultay olarak tarihe geçmiştir. Sivas Kongresi birinci kurultay olarak ifade edilir. 1927’den sonra Atatürk’ün pek fazla kitlelere seslenmediğini gördük. Bir Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle önemli bir konuşması vardır ama onun dışındaki konuşmaları daha çok meclis açış konuşmalarıdır. 1927 sonrası söylev ve demeçlere baktığımız vakit burada yer alan Atatürk ile ilgili konuşmaların, daha çok diplomatik misyonlar daha çok protokoler şeylerin yapıldığını gördük. Kısacası şunu ben rahatlıkla söyleyebilirim, 30’lu yıllarda aslında devleti fiilen yöneten daha çok hükümettir. Yani Reisicumhur değil. Hatta son zamanlarda Dersim nedeni ile Atatürk ile söylenenleri hatırlıyorum. Atatürk’ün aslında son dönemlerdeki imzaları da ıslak imza değildir arkadaşlar, onu da belirteyim. Yani mühürdür onlar bir ölçüde. Dersim ile ilgili alınan kararlar ve benzeri hususlar ile ilgili. Atatürk’ün üzerinde durduğu hassas olduğu konulardan bir Hatay’dır. Orada aktif bir şekilde Hatay konusuna dâhil olmuştur. Ama onun dışında Atatürk’ün 30’lu yıllardaki politikaya doğrudan müdahale ettiği çok ender olmuştur. En son, işte bir serbest fırka deneyimi vardır. Bu Serbest Fırka deneyimi ile ilgili olarak bu, çoğulcu siyasal yapıya geçme deneyimi olmuştur ama o da sonuç vermemiştir. Genellikle Atatürk, günlük siyasette geri plandadır ama buna karşılık, şunu hatırlatmada yarar var: yurttaş kimliğinin oluşması büyük ölçüde 30’lu yıllarda gerçekleşmiştir. Yani 20’li yıllarda Türkiye’de milli mücadele gerçekleşmiş, milli mücadele ertesi cumhuriyet kurulmuş, belirli bir hukuk düzeni kurulmuş, laik bir hukuk düzeni oluşturulmuş, bu alanda önemli bir mevduat çıkmış ama Atatürk şunu görmüş: 20’li-30’lu yıllarda bütün bu kurumsal dönüşümler, yasal düzenlemeler, bunlar toplumu bir noktaya kadar değiştiriyor aslında. İnşa edilmesi gereken bir yurttaş anlayışı var. Bunu görmüş. Atatürk’ün 30’lu yıllardaki bu çabaları büyük ölçüde yurttaşa yönelik. Yani yeni bir yurttaş kimliği oluşturmaya yönelik. Bu nereden geliyor diye bakarsak aslında Atatürk’ün çok iyi bildiği bir konu var. O da Fransız devrimi. Atatürk’ün cumhuriyeti inşa ederken kafasının geri planındaki model Fransız devrimi diyebilirim. Düşünür olarak esin kaynağı da Jean Jacques Rousseau. Aydınlanma döneminin önde gelen kimliklerinden biri. Zaten Fransız devrimi dediğiniz vakit büyük ölçüde Fransız devrimi ile Jean Jacques Rousseau arasında önemli bir bağ vardır. Çok kaba hatlarıyla gündeme getirirsek Aydınlanma evresinde genellikle siyaset literatüründe Türkiye açısından önemli iki kavram vardır. Bunlardan biri erkler birliği, güçler birliği kavramıdır. Yani Tevhid-i Kuvva o zamanki kavram, ki bizde özellikle 1921 Teşkilat-ı Esasiye bunun üzerine kuruludur. Güçler birliği yasama, yürütme ve yargının aynı bünyede yer alması, aynı çatı altında yer almasıdır. Bu görüşün kökenleri Rousseau’dadır. Erkler birliği dediğiniz vakit geriye sayarsanız Rousseau’ya ulaşırsınız. Bir de tabii güçler ayrılığı, erkler ayrılığı vardır. Parlamenter rejim dediğimiz yapının temelini oluşturur. 1961 Anayasası’yla meydana gelmiştir. Güçler ayrımını geriye saydığınız takdirde Montesqueu’ya varırsınız. İki ayrı düşünürden kaynaklanır. Şimdi Montesqueu’nun toplum modeli çok daha ılımlı bir modeldir, çok daha evrimci bir modeldir. Oysa Rousseau’nun modeli çok daha devrimci bir modeldir. Çünkü Montesqueu’dan yola çıkarsanız, büyük ölçüde hürriyetlere varabilirsiniz ama Rousseau’dan yola çıkarsanız egemenliğe varırsınız. Bunları aslında birbirini dışlayan faktörler olarak belirtmek istemiyorum ama model bunun üzerinedir. Şöyle ifade edeyim size; 1908 aslında hürriyetin ilanıdır. Jön Türk evriminde hürriyet sözcüğü ön planda yer alır. Ama milli mücadele ve ertesi gelişmelere baktığımız vakit hürriyet sözcüğünü çok daha tali bir noktada görürsünüz. Yoktur yani hürriyet sözcüğü. Daha çok egemenlik vardır. Yani Hâkimiyet-i Milliye dediğimiz kavram vardır. Ve İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye gibi bu kavramlar arkadaşlar tamamen Rousseau’dan esinlenmiştir. Yalnız milli sözcüğünün yerine halk kullanmıştır Rousseau o tarihlerde. Doğaldır yani halkın egemenliği der, halkın iradesi der. Bunları Atatürk almıştır, milli irade, biliyorsunuz, İrade-i Milliye bir derginin gazetenin adıdır. Hâkimiyet-i Milliye de cumhuriyetin temel resmi organıdır. Ki cumhuriyet büyük ölçüde Hâkimiyet-i Milliye üzerine kuruludur. Hâkimiyet- Milliye aslında öyle bir kavramdır ki hâkimiyetinin bölünmezliği üzerine kuruludur. Hâkimiyetin bölünmezliği tabii güçlerin de birlikteliğini gerektirir. Yani yasama-yürütme-yargının da birlikteliğini gerektirir. O nedenle 1921’den itibaren hükümetlere bakarsanız Büyük Millet Meclisi hükümetidir bu. Yani doğrudan doğruya bakanların hakları da vekildir. Kimin vekilidir? Meclisin vekilidir bunlar. Yani meclisin adına icraatta bulunan insanlardır, istedikleri vakit meclis bunları alaşağı edebilir ve meclis seçer doğrudan doğruya. Keza yargı konusunda bildiğiniz gibi İstiklal Mahkemeleri’ni düşünün, tamamen meclisin kurduğu mahkemelerdir, içlerindeki hâkim de değildir. Meclis milletvekillerinden oluşur. Kısacası her şeyden evvel cumhuriyetin kuruluş kurgusuna baktığımız vakit, bu tür bir milli irade vardır ortada. Milli iradenin ödülü de hâkimiyet-i millîyedir. Bu tür bir modeldeki yurttaş da aslında soyut bir yurttaştır. Bu yurttaş aslında kendi iradesini devretmişti, yurttaşlar iradelerini bir şekilde yönetime devretmişlerdir, her halükarda soyut yurttaşlar olarak yönetimin her türlü buyruğuna boyun eğmek zorundalardır. Bu tamamen milli hâkimiyet tezi görüşünün bir parçasıdır. Fransız devriminde de bu böyledir. Eğer o iradeye karşı gelirseniz sizi giyotin bekler. Nitekim Fransız devrimindeki Jakobenleri düşünün, bunlar birlikte Fransız devrimini gerçekleştirmişlerdir ama birbirlerini giyotine göndermişlerdir. Dalton’u düşünün, Vobesfier’i düşünün hepsi giyotine gitmiştir. O yüzden Nutuk’u okuduğumuz vakit orada özellikle Atatürk’ün silah arkadaşları konusundaki sert eleştirilerini de bu bağlamda değerlendirmemiz gerekir. Yani Ali Fuat Cebesoy olsun, Karabekir olsun, Bele olsun, bunlarla ilgili bu kadar sert görüşler aslında bu zihniyetin ürünüdür. Diğer bir deyişle “ya bendensin, ya benim düşmanımsın” anlayışıdır. Çünkü o denli kritik bir olaydır ki bu devrimin inşa süreci, aslında herhangi bir şekilde karşısında muhalif olarak yer alman seni düşman kılmaya yeterlidir. Aslında Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terakkiperver fırkasına baktığınız vakit Terakkiperver fırkası çok daha Montesqueu’ya yakın bir anlayışı gündeme getirir. Oysa Cumhuriyet Halk Fırkası daha Rousseauvari bir modelin ürünüdür. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi bir devrim partisi olarak tarihe geçmiştir. Aslında tabii ki Terakkiperver fırkası öyle gerici bir parti değildir. Ama cumhuriyetin gündeme getirdiği devrimi tökezletecek birtakım gelişmeler olarak görülebilir programındaki bazı açılımlar, yani devamlı geriye dönüş travmasını yaşamıştır; yani iktidarı bir ölçüde gevşettiği takdirde tekrar Osmanlıya bir dönüş olabilecektir, bunun endişesi içerisinde olmuştur. Biz tabii tarihi okuduğumuz vakit cumhuriyetin artık sağlam temeller üzerine oturduğunu varsayarız, bu nedenle de neden bunlara gerek vardı diye sorgulama gereğini duyarız. Ama durum böyle değildir. Hakikaten pamuk ipliğine bağlıdır rejim o dönemde. Ben size somut bir örnek vereyim, Atatürk, hayatı boyunca ölünceye kadar üzerinde iki tabanca birden taşımış. Dans ederken bile tabancalardan bir tanesini yaverine verirmiş, yatarken ise yastığının altındadır. Yani bu denli kritik bir dönemdir. Bunu göz ardı ederek tek parti dönemindeki rejimi değerlendiremeyiz arkadaşlar. Bugün rahatlıkla o döneme yönelik eleştirilerimiz oluyor ama o dönemin farklı bir dönem olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çok farklı bir dönemdir iki dünya savaşı arası. Sırf Türkiye için mi? Hayır, dünya için de öyledir. Biz tarihçiler olarak iki dünya arası dönemi Katastrof çağı olarak nitelendiririz. Avrupa’yı karanlık Avrupa çağı olarak nitelendiririz. Mazovar’ın kitabını okuduğunuz takdirde Okslan’ın kitabını okuduğunuz takdirde böyledir. Büyük ölçüde karanlık çağdır bu dönem. Karanlık çağın uygarlığı da o çağa özgüdür. Bunu göz ardı etmemek gerekir. Bir kere bu hususu belirtelim. Mümkün olduğu kadar zamanı iyi kullanmak istiyorum. Sözlü olarak kullanmak istiyorum, resim kullanmaya gerek olmayacağını düşünüyorum. Arkadaşlar büyük ölçüde eğitimli arkadaşlar onun için konuşmayı tercih ediyorum. Şimdi birinci husus şu Atatürk’ün düşünce yapısını etkileyen en önemli şahsiyetlerden birisi Rousseau’dur. Kendisi de söylüyor zaten. 1 Aralık 1921’de çok önemli bir konuşması vardır. Bu ayrıca risale olarak da çıkmıştır. Bunu söylev ve demeçlerde bulabilirsiniz ama dili çok kötü bir transkripsiyondur, onu söyleyeyim. Anlaşılması epey zor, daha doğrusu transkripsiyon hataları vardır. Bu bence Nutuk’tan daha önemli bir konuşmadır çünkü bu konuşmada ortaya koyduğu şey neden Tevhid-i Kuvva, neden güçler birliği? Yaptığı en büyük eleştiri de güçler ayrımınadır. Onu nasıl eleştirir? 1876 Kanuni Esasiyi eleştirerek. Çünkü 1876 Kanuni Esasisi güçler ayrımı üzerine kuruluyor. Çünkü Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenini 1876 Kanuni Esasisinde görür. “Osmanlı’yı çökerten 1876 Kanuni Esasisidir” der. O nedenle güçler birliğini savunur. 1920’den yani Samsun’a çıktığı tarihten itibaren güçler birliğini savunur. O nedenle Atatürk bir takım insanlarca diktatör olarak görülür. Batı literatüründe eleştiriye tabi tutulmuştur. Atatürk’ün düşünce yapısının geri planında kim var diye düşündüğümüzde her şeyden evvel Rousseau’yu görmek gerekir. İki kişiden daha söz edeceğim sizlere. Bu tarama arkeolojik çalışma sonucu yakaladığım hususlar. Son zamanlarda yedi makale şeklinde Toplumsal Tarih’te yayınladım. Son bir yıldaki yayınlara baktığınız takdirde bunları bulabilirsiniz. Bunlar aslında kitap olarak da çıkıyor. Yani en son Aralık sayısında Darwinizm’den Ateizme adlı bir makale. Özellikle Cumhuriyet yıllarında Darwinist görüşler nasıl gelişti? Buradan Ateizme nasıl varıldı? Onunla ilgili bir makale. Şimdi oraya gelmek için Türkiye’de tarih anlayışının nasıl geliştiğine bakmamız gerekir. 19. yüzyıl Tarih kitaplarına bakıyoruz arkadaşlar. 19. yüzyılda idadilerde, rüştiyelerde okutulan ya da yüksekokullarda okutulan tarih kitaplarına bakıyoruz. 19. yüzyılın ortalarından itibaren bu tür bir tarih anlayışı oluşmaya başlamıştır. Ondan önce zaten doğru dürüst Sübyan mekteplerinde tarih falan okutulmuyordu. Medreselerde daha çok peygamberler tarihi okutuluyordu. Ayrıca vakanüvis tarih okutulmuyordu. Tarih eğitimi 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlıyordu. Bu tarih eğitiminde genellikle iki alan oluştu 19. yüzyılın yarısından itibaren. Bu kısmen Tanzimat’ın gündeme getirdiği dönüşümlerle yakından bağlantılı. Bu tarihlerin iki kolu özellikle ilk çağ tarihleri ile ilgili. Tarihi Mukaddes, kutsal tarih denilen bir alan var. Özellikle insanlığın ilk evresi ile ilgili olarak gündeme geliyor. İkincisi ise Tarihi Temeddün. Bu, Batıdan aldığımız uygarlık tarihi diye nitelendirdiğimiz bir şey var. İki tane böyle bölümden oluşuyor tarih kitapları. 1908’e kadar bu böyle. Tarihi Mukaddes ve Tarihi Temeddün. Tarihi Temeddün Batı’dan aldığımız Uygarlık tarihi işte Yunan Roma Ortaçağ vb. bir tarih süreci. Tarihi Mukaddes de peygamberlerin genel olarak bir tarihinden oluşuyor. Aynı zamanda da Hz. Muhammed’in hayat öyküsü veriliyor bu kısımda. Aslında bu sırf ortaokulda liselerde değil, üniversitede de böyle. Benim size burada bu ilk çağ tarihi dediğimiz şeyden bahsederken Fezlekei Tarihi Umumi’yi söylemem gerekir. Bu 19. yüzyıl sonunda çıkmış bir ders kitabıdır. Buna baktığımız vakit idadiler için hazırlanmış bir kitap olduğunu görüyoruz. Burada gördüğünüz gibi tarih Mukaddes ve Temeddün olarak ayrılmış durumda. Tarihi Mukaddes’te Tarihi Enbiya yani peygamberler tarihi Hz. Muhammed’in yaşamı ve bunlardan oluşan bir bilgi ve burada da belirttiği gibi Tarihi Kadim yani ilk çağ tarihi Hz. Adem ile başlıyor. Yani 20. yüzyıla kadar Osmanlı’nın ilk çağ tarihi ile bilgisi M.Ö 5000-6000’e rastlıyor. Çünkü Roma’da bu kutsal kitaplarda Hz. Adem’in Tanrı tarafından yaratılışı M.Ö 5000-6000 yıl geriye kadar çekilmiş durumda. Bizim bütün bilgimiz ilk çağlardaki bu kutsal kitaplarla ilgili bilgilerdir. Tabii geriden izliyoruz. Özellikle Avrupa’da o tarihlerde ilkçağ diye özellikle antropoloji ve arkeolojinin bulguları ile birlikte çok daha gerilere gidilmiştir. Ama bizde maalesef 20. yüzyıla kadar ilkçağ tarihi bunlarla bağlantılı. Bu bilgimiz din kitaplarından bildiğimiz gibi: Hz. Âdem topraktan yaratılıyor, onun kemiğinden Havva yaratılıyor ve cennete gönderiliyor; burada haram bir ağaçtan yasak meyveyi yediği için dünya üzerine ceza olarak sevk ediliyor. Bu bildiğimiz klasik din kitaplarındaki öykü. Hatta bir dipnot atılıyor. Hz. Adem Serendip adasına yani şimdiki Sri Lanka’ya indirilmiş oluyor. Hz. Havva da Cidde’ye indirilmiş oluyor. Bunlar aslında tarih kitabında yer alıyor onu da belirteyim. Bu bilgiler dini kitaplarda değil, ortaöğrenimde, lise ve üniversite öğrenimindeki tarih kitaplarında yer alan bilgiler. Burada Adem ve Havva’nın cezalandırılıp dünyaya indirilişini görüyoruz. Mesela İttihatçılardan Mehmet Murat’ın Tarih-i Umumisinde de aynı bilgilerle karşı karşıyayız. Bu üniversite için Türkiye’de okutulan bir tarih kitabıdır aynı zamanda. Benzer bir öyküyle karşı karşıyayız. 20. yüzyıla baktığımız vakit Tarihi Mukaddes başta yer alıyor. Ondan sonra Şarki Asya-Doğu Asya- Mısır’da da Sami kavimleri, İranlılar, Yunanlılar, Atina Cumhuriyeti, Makedonlar, ilk çağ tarih kitabının içinde yer alan bahisler bunlar. Şimdi aynı şeyi burada da görüyorsunuz. Rikkat ve tufan olayı burada, Hz. Adem de devreye giriyor. Tevrat-ı Şerifin temel kaynak olduğu belirtiliyor. Burada bildiğiniz gibi Hz. Adem tufan oluyor, Nuh peygamber devreye giriyor, uygarlığın yayılışı şeklinde bir tema yer alıyor. Nitekim işte bildiğiniz gibi Nuh Peygamber’in tufan öyküsü kutsal kitaplarda okuduğumuz hususlar. Bunlar da aslında Nuh peygamberin oğulları. Zaten uygarlık bu üç oğlan evlattan oluşuyor. Daha sonra dünya ölçeğinde değişik uygarlıkları oluşturması. Burada tabii Kara Afrika’nın nasıl ortaya çıktığını da görüyorsunuz en aşağıda. 20. yüzyıla girerken Kara Afrika ile ilgili bilgimiz üniversite düzeyindeki bir kuruluşta bu düzeyde. Onu belirteyim. Tabii bu 1908 ile birlikte sona eriyor arkadaşlar. Tarihi Temeddün ile Mukaddes tarih ayrılıyor. Mukaddes tarih ile bilgiler din kitaplarına aksediliyor. Ama onun dışında normal bir ilk çağ tarihi oluşturulmaya başlanıyor. Bu ilk çağ tarihlerinin anlayışı 1929’a kadar devam edecek. Burada ben Ali Neşat’ı koydum. Ali Neşat, çünkü II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında cumhuriyetin ilk 10 yılında bütün ortaokul, lise tüm ders kitaplarını yazmış kişi. Maarif müsteşarlığı yapmış bir kişi. Buraya baktığınızda arkadaşlar Kapel Tarih diye yine tarih öncesinde bir yer var ama bu da son derece sınırlı bilgileri içeriyor ama deminki uhrevi bilgileri içermiyor. Nelere bakıyorsunuz? Verdiği bilgiler şu kadar. Çok eski zamanlarda yeryüzünde insanların bulunmuş oldukları muhakkaktır. İnsanlığın evrimi ile bilgilerimiz bunlardan ibaret. Bunu söylüyoruz. İlk insanların at üzerinde nerede zuhur ettikleri malum değildir. Bilgimiz bu düzeyde. Şimdi bu arada şunu söyleyeyim arkadaşlar: Cumhuriyet Türkiye’sinde etkili olan en büyük düşünürlerden birisi de Emile Durkheim, sosyolog. Yani bizim ulus devlet inşa sürecimizdeki sosyolojik yapının gerisinde Emile Durkheim vardır. Yani Ziya Gökalp’in düşünceleri büyük ölçüde Durkheim’dan esinlenmiştir. Şunu da söyleyebilirim, Durkheim’in eserleri Türkçeye İngilizceden önce çevrilmiştir. Bu kadar önemlidir. Toplumsal İşbölümü adlı bir kitabı vardır. Bu 1923 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. İngilizcesi 1933’te çıkmıştır.. Bu denli önemlidir bizim için. Kim tarafından çevriliyor? Büyük Millet Meclisi tarafından. Durkheim bizde en iyi bilinen sosyologdur. Durkheim sosyolojisi bizde uzun yıllar hâkim bir konum azletmiştir. 1923. Durkheim III. Cumhuriyet konsasının düşünürü, sosyoloğudur. Bizim cumhuriyet modelimizin üç aşağı beş yukarı esinlendiği kaynak III. Cumhuriyet modelidir. Fransız III. Cumhuriyetinin radikal partisi de bizim Cumhuriyet Halk Partisi’ne örnek olmuştur kuruluş aşamasında. Bizim laiklik anlayışımız da III. Cumhuriyet Fransa’sından esinlenmiştir. Bu dönemde yapılan çevirilerin önemli bir kısmı Fransızcadandır ve III. Cumhuriyet düşünürleridir. Birkaçını örnek olarak gösteriyorum. Mesela Türkiye’deki Pozitivist Hukuk anlayışı tamamen Leon Divi’den esinlenmiştir. 1923-1924 Hukuku Esasiye yani Fransız anayasa kitabını Türkçeye çevirme gereği duyuyoruz, yani diyebilirim ki Leon Divi’nin pozitivist Hukuk anlayışı on yıllarca hâkim olmuştur Türkiye’ye. Hukuk fakültelerinde okutulan hukuk Leon Divi’nin pozitivist hukuk anlayışıdır. Gene başka bir kitaptan söz ediyorum. Albert Mathiez’in “Fizyokratlardan Günümüze İktisadi Mezhepler Tarihi”. Bunu okuduğunuz vakit bizim tek parti döneminde ekonomik modelimizi de devletçilik dâhil olmak üzere görürsünüz. Yani bütün bunlar III. Cumhuriyet Fransa’sının düşünürleridir ve hepsi üç aşağı beş yukarı aynı tarihlerde Türkçeye çevrilmiştir. Şimdi yeni bir kitap dizisine geliyoruz. Atatürk ne okudu diye baktığımız vakit, gene burada birtakım o nedenle arkeoloji diyorum, Atatürk’ün kütüphanesi ile yetinmiyorsunuz, çok değişik kaynaklardan Atatürk’ün yazdıklarından çıkarma çabası içerisindesiniz. Atatürk’ün sofrasındaki insanların bu konudaki bazı görüşlerine anılarına bakmak durumundasınız, Ruşen Eşref Günaydın’a baktığınız vakit şöyle bir şey diyor: “Atatürk, sürekli Fransa’dan kitap siparişi veriyordu” hakikaten bunları biliyoruz neden sipariş ettiğini. Hatta Bilal Şimşir bu konuda ilginç bir makale yazdı, Fransa’daki Türk elçiliğinin arşivlerine girmiş ve Atatürk’ün sürekli Fransa’dan kitap getirttiğini biliyoruz. Bu kitapların içerisinde çok önemli bir dizi var. Bu da İnsanlığın Evrimi adlı dizi. Bu dizi arkadaşlar son derece önemli bir dizidir, bugünkü çağdaş tarihçiliğimizin temelinde yatan dizidir. Biz tarihçilikte Annales diyoruz bir sürü yapısalcı tarih diyoruz, bütün bunların temelinde bu söylediğim Evolution vardır. Yani bildiğimiz tüm ünlü tarihçiler bu ekolden gelir. Atatürk bu kitapları getirtiyor. Bunların başında da Hammer denilen kişi de bütün bu tarihin sentezi daha doğrusu eski diplomatik siyasi tarihi bir kenara bırakıyor, tarihin çok daha disiplinler arası bir tarih anlayışına doğru sevk ediyor. Bu dizi içerisinde çok önemli bir kitap var arkadaşlar. Bu kitabın yazarı da Atatürk’ün yakın dostu. Ve İsviçreli bir antropolog. Her geldiğinde Atatürk’ü ziyaret ediyor, Türkiye hayranı bir antropolog. 1910’ların başından itibaren Türkiye’de antropoloji araştırmaları yapan bir kişi. Bunun adı da Öjen Pitar. Öjen Pitar’ın gene bu diziden çıkmış Evalisyon gibi çok önemli bir konudan çıkmış kitabı var: Irklar ve Tarihi. Bu kitap arkadaşlar Atatürk’ün satır satır okuduğunu var saydığımız bir kitap. Anıtkabir’in yayınlamış olduğu 24 cildin 22’si sırf bu kitaba ayrılmış durumda. Her satırın altı çizili. Tabii bunlar acaba Atatürk’ün çizdiği satırlar mı, bilemiyorum ama Atatürk’ün daha sonraki düşünce yapısı, Türk tarih tezlerine baktığımız vakit, büyük ölçüde bu kitaptan esinlendiğini görürsünüz. Bu kitap, ayrıca şurada da belirtiliyor, Ruşen Eşref bu kitaba gönderme yapıyor, hakikaten bu kitap Türkiye’de tarihçinin omurgasını oluşturan iki tarih kitabından biri. Bu kitap gerçekten son derece önemli. Fakat ilginç bir şekilde bu kitap Türkçeye çevrilmedi. Çevrilmemesinin de nedenleri var. Ayrıca bu kitabın dili çok ağır. Atatürk’ün bunu yalnız başına okumasını düşük buluyorum çünkü Atatürk’ün Fransızcasının bu denli ileri bir Fransızca olduğu kanısında değilim. Ruşen Eşref’in çok ileri bir Fransızcası var. Afet İnan’ın çok ileri bir Fransızcası var. Atatürk’ün sofrası aynı zamanda bir çalışma ortamı olduğu için Atatürk bunun içindeki bilgilere vakıf. İtalyan birliğinin oluşması ile ilgili yanına notlar almış, onun Atatürk’ün notları olduğunu biliyoruz. Çizgilerin büyük ölçüde Atatürk’ün olduğunu varsayıyoruz çünkü Atatürk bu kitabı biliyor.

 Tarık Çelenk: Hocam affedersiniz, bu kitabın çevirisini yapma şansı yok mu?

 Zafer Toprak: Yapılmadı, bu kitap 1924’te yayınlandı ve 1926’da hemen İngilizceye çevrildi, çok önemli bir kitap, kendi alanında antropoloji alanında son derece önemli bir kitap. Atatürk’ün düşünce yapısını etkileyen faktörlerden birisi de Afet İnan arkadaşlar. Afet İnan manevi kızı bildiğiniz gibi. Ama İnan, aslında çok uyanık bir kadın. Atatürk’ün üzerinde çok büyük etkileri olmuş bir kadın Afet İnan. Atatürk’ün birden fazla manevi kızı var. Afet İnan’ın Atatürk’te bambaşka bir yeri olmuştur çünkü onun eğitimine son derece önem vermiştir, onu Notre Dame de Sion’a göndermiştir, orada Fransızca öğrenmesini sağlamıştır, daha sonra İsviçre’ye göndermiştir, demin gösterdiğim Öjen Pitar’ın yanında antropoloji doktorası yapmıştır, onu unutmamak gerekir. Burada da İnan’ın doktora tezini görüyorsunuz. Bu doktora tezi 1939’da 41’de yayınlandı Fransızca olarak. 1947’de Türkçe yayınlandı. Başlık da şu: “Türkiye Halkının Antropoloji Karakterleri ve Türkiye Tarihi”. Burada gördüğünüz 64 bin kişi üzerinde anket. 1937 yılında Türkiye’de, dünyada ilk defa bu ölçekte, bir antropoloji anketi yapılıyor. Bütün Türkiye seferber ediliyor buna. Ordu seferber ediliyor, sağlık bakanlığı seferber ediliyor, milli eğitim bakanlığı seferber ediliyor. 64 bin kişinin ölçüleri alınıyor. Tabii buradaki ırk sorunu ile bağlantılı olarak kafanızdaki bazı soruları giderme bağlamında gündeme getireyim. Eugene Pittard’ın kitabı neden önemli? Şimdi o tarihlerde biliyorsunuz iki dünya savaşı arasındaki dönemde aryan ırk kavramı özellikle oluşmaya başlıyor Hitler Almanya’sı ile birlikte. Şimdi Eugene Pittard’ın Irklar ve Tarih adlı kitabında şöyle bir görüş var. O zamanki fiziki antropoloji artık biyolojik antropolojiye dönüşmüş durumda. O zaman bugünkü gen anlayışı yok tabii, insanların evriminde bakabilecekleri tek şey insanların kemik yapısı. Kemik yapısında kafatasının ayrı bir konumu var. Ve 19. yüzyıldan itibaren antropolojik çalışmalarda genelde iki tür kafatasının üzerinde duruluyor; bunlardan biri geniş yüzü oluşturan kafatası, öbürü dar yüzü oluşturan kafatası. Bu kabaca şu iki açının daha doğrusu uzunluğun kulaktan kulağa burundan enseye olan uzunluğun orantıları ile bağlantılı. Eğer yüzünüz dar ise dolikosefal kafa yapısına sahip oluyorsunuz, yüzünüz geniş isebrakisefal kafa yapısına sahip oluyorsunuz. Yapılan antropolojik çalışmalarda şu görülüyor. Özellikle İsviçre göller bölgesinde uzun yıllar dolikosefallerin yaşadığı bir coğrafya var. Geniş yüzlü olanların bir şekilde o coğrafyaya geldikleri görülüyor. Tabii brakisefallerle dolikosefaller karışıyor ama bu dönüşümü sağlayanlar, brakisefaller oluyor. Bu brakisefallerin göç yollarına bakıldığı vakit bu göç yolları ta Orta Asya’ya kadar gidiyor. Yani şöyle bir tez oluşuyor, brakisefaller aslında Avrupa’ya Asya’dan gelmişler, göç yollarının bir kısmı Karadeniz’in kuzeyinden geçiyor, bir kısmı Karadeniz’in güneyinden göçmüş. Eugene Pittard şunu diyor: “Farklı uygarlığın bileşkesi aslında uygarlığı yaratıyor.” Bilakis ayrılmış ırk anlayışından çok bileşken bir ırk ayrımına gidiyor. Bu arada tabi uzun yıllar Türklerle ilgili Batı’daki literatür Türklerin sarı ırka mensup oldukları, Mongol oldukları tarzında geniş bir literatür var. Atatürk’ün tepkilerinden, antropolojiye yakın durmasının nedenlerinden biri de bu. Nitekim bu 64 bin kişi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda Türkiye’deki insanların brakisefal olduğu ortaya çıkıyor. Yani Avrupa’ya uygarlığı götürmüş olan insanların kemik yapısına sahip oldukları ortaya çıkıyor. Gene keza Türkiye’de de bu tür bir antropolojik yapıdan alınan sonuç Türklerin öyle Mongol ırkından olmadıkları, Batı Avrupa’da insanlar ne ise Türklerin de üç aşağı beş yukarı benzer bir fizik yapısına sahip oldukları ortaya çıkıyor. Bu fizik antropoloji olayı bu iki dünya savaşı arasında son derece ön planda yer almış bir anlayış. Daha sonra bu ırk sorunsalı nedeniyle bir kenara bırakıldı. Bugünkü antropoloji bildiğiniz gibi kültürel antropoloji, sosyal antropoloji olarak ön planda yer alıyor. Pittard II. Türk Tarih Kurulu Kongresi’nin de fahri başkanı. O denli önem veriliyor kendisine. 1937’de Pittard başkanlık ediyor. Şimdi Pittard’ı bir kenara bırakalım, ikinci önemli şahsiyet Wells denilen bir kişi. Ben yıllar boyu Atatürk Enstitüsü’nün başında bulundum Nutuk’u bilmem kaç kez okudum ama Nutuk’un içerisindeki Wells ile bu insanın aynı olduğunu bir yıl önce keşfettim. Onun üzerine hemen bir makale yazdım. Nutuk’ta bir tek yabancı yazardan söz edilir, o da Wells. Aslında Wells’i çoğunuz çok iyi biliyor, kurgu bilim ustası gibi bir şey, filmlerini devamlı seyrediyorsunuz. Bu arada Wells’in bir biyolog olduğunu da hatırlatmak isterim. Wells aslında Huxley’in öğrencisi. Huxley de Darwin’in öğrencisi. Wells ve Huxley aslında birbirlerini tetikleyen insanlar.

Soylesinin tamami icin tiklayiniz.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page


 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı