siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2017 Pazartesi

Şerif Mardin bibliyografyası (1950-2007)

Alim ARLI, Divan Dergisi (2006/2: Yıl 11, Sayı 21)


Bu bibliyografyada, Prof. Dr. Şerif Mardin’in 1950 yılından 2007 yılına kadar akademik hayatını yansıtan tüm yayınlarının ve üniversite çalışma hayatının kronolojik/ bibliyografik bir tasnifi yapılmaya çalışılmıştır. Çalışmada ilk olarak Şerif Mardin’in görev yaptığı akademik kurumlar ve çalıştığı üniversitelerin bir dökümü ortaya konulmuştur. Daha sonra tespit edebildiğimiz kadarıyla, Mardin’in siyasî hayatı, dernek faaliyetleri ve aldığı ödüller kaydedilmiştir. Üçüncü olarak Mardin’in tüm eserleri zaman dizimi sırasına göre sınıflandırılarak verilmiştir. Bu tasnifte makale, deneme, söyleşi veya kitapların ilk yayınlandığı yer temel alınmıştır. Mardin’in Türkçede basımı yapılan toplu eserlerinde yer alan çalışmalar kaynağın ilk yayınlandığı yerin hemen ardından ayraç içinde gösterilmiştir. Belirtmek gerekir ki, fazlasıyla dağınık durumda olan bu eserlerin yayınlandığı yerlerin ilk baskı yerine göre tasnifi sırasında gözden kaçmış olan yayınların bulunması muhtemeldir. Ulaşabildiğimiz bütün mülakatların künyelerini vermekle beraber, ulaşamadığımız başka söyleşiler de olabilir. Fakat bunların sayısının fazla olduğunu zannetmiyoruz. Dördüncü olarak Mardin’in Türkçeden İngilizceye ve İngilizceden Türkçeye yaptığı iki çevirinin künyesi verilmiştir. 


Son kısımda ise doğrudan yine Şerif Mardin’in çalışmaları üzerine İngilizcede ve Türkçede yayınlanmış olan makale, kitap ve tezlerin bir dökümü yapılmıştır. Burada takip edilen yöntem, Mardin’e yapılan atıflar değil, doğrudan Mardin’in çalışmalarını ele alan eserlerin tespitidir. Bibliyografyanın her bölümünde muhtemel eksiklikler sözkonusu olabilir. Fakat altı yıllık bir araştırmaya, kaynak eserlerle ikincil literatürün tespitine dayanan bu çalışmada mütekâmil bir bibliyografya oluşturmaya gayret edilmiştir. Mardin’in düşüncelerini konu alan ikincil literatürün teferruatlı bir dökümü ise tarafımızca halen çalışılmakta olup ileriki bir tarihte yayımlanacaktır. Kanaatimizce bu tür çalışmalar, fikir âlemimize mütevazı bir katkı, yapılacak eleştiri ve kritiklere doğru bir zemin sağlayacak dökümler olarak değerlendirilmelidir. Elinizdeki bibliyografyada yer alan yayınların gruplandırılmasının sonuçları şu şekildedir: 85 makale, 11 söyleşi, Forum’da çıkan 45 deneme/yazı, 18 kitap tanıtımı, 5 müstakil kitap, 5 makaleler derlemesi kitap.



Tam metin için tıklayınız.


.

.
.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Osmanlı Diplomasisinde Batı İmgesi

BÜŞRA ARSLAN, Niğde Üniversitesi
Osmanlı diplomasisi İslam hukuku çerçevesinde şekillenmiş olup Tsympe (Çimpe) Kalesi’nin alınışı ile batıya yönelik bir politika izlemiştir. Çimpe Kalesi, 1352’de Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından alınarak Osmanlı devleti kendinden önceki diğer küçük beyliklerden farklı olduğunu göstermiştir. Bu kale Rumeli’ye geçiş için önemli olmakla beraber Balkan devletleri için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Kale, Osmanlı Devleti’nde Rumeli yakasından alınmış olan ilk kale olarak önem arz etmektedir. Çimpe Kalesi’nden sonra Gelibolu işgal edilmiş, Trakya beş yıl içerisinde fethedilmiştir. Bölgelere, kültürel yapılanmayı sağlamak için Anadolu’dan halk yerleştirilmiştir. Bu işgaller Osmanlı Devleti’ni Avrupa yakasında güçlü bir konuma getirmiştir.[4] Osmanlı Devleti, Rumeli yakasında aldığı bölgelerde hoşgörülü davranmış ve “istimalet”[5] adı verilen ara bulucu politika ile gayr-i Müslim halkın güvenini kazanmıştır. Bu sayede düzenli bir toplum yapısı oluşturmuştur. Osmanlı yönetimi, istimalet politikası ile İslam şeriat hükümleri çerçevesinde gayr-i Müslimlere haklar tanıyor, dinde serbestliğe izin veriyor ve köylüleri feodal yapının zararlarından kurtarıyordu. Bu sayede idari sistem sağlanıyor ve propaganda yapacak birey sayısı azaltılıyordu. İstimalet politikası, Selçuklulardan Osmanlı Devleti’ne kalmıştır. Bu politika sayesinde Osmanlı Devleti Balkanlarda uzun süre ayakta kalabilmiştir. Bunun dışında uygulanan “iskân”[6] politikası ile Rumeli yakası, yapılan göçler sayesinde Türk yurdu haline getirilmiştir. Osmanlı Devleti gelirini arttırmak için Balkanlarda bu politikayı uygulamıştır. İmparatorluk içerisinde sorun çıkaran ya da çıkarması muhtemel olan kişileri yeni fethedilen, imparatorluğun uzak köşelerine iskân politikası uygulanarak sürgün edilmişlerdir. İskân politikası uygulanan topraklar işlenmeye başlanmış ve bölgede Türklere ait şekillerden eserler yapılmıştır. Rumeli’de uygulanan iskân politikasından Müslüman halk ile Hristiyan halk bir araya getirilmemek istenmiştir. Rumeli’ye gönderilen halk öncelikli olarak başıbozuk, verimsiz toprağa sahip, kimsesiz, fakir kişilerden seçilmiştir. Ayrıca Osmanlı devleti farklı bir iskân politikası olarak Balkanlardaki Müslüman-Türk şeyhleri ve dervişleri bölgeye göndererek Hristiyan halkı etkileyerek bölgeyi fiilen fethediyordu.[7]
Osmanlı Diplomasisinin Nitelikleri
Osmanlı diplomasisi III. Selim zamanına kadar bir uluslararası sistemde dış politika unsuru olarak görülmemiştir. Dar’ül Harb kavramı çerçevesinde şekillenen Osmanlı, Hristiyan devletlerle sürekli savaş halinde olmasından dolayı diplomasi kavramına o dönemlerde ihtiyaç duymamıştır. Savaşları kazan İmparatorluk yükselme dönemimde hiçbir devlet ile müzakere yapmamış ve uzlaşma sağlamamıştır. O dönemde kazanılan topraklar doğrudan devlet topraklarına katılırdı veya toprak için yenilen devletten tazminat alınırdı. Avrupa devletlerine gönderilen daimi ya da geçici elçiler daha çok Osmanlı Devleti’nin gücünü belli etmek ve gözdağı vermek için çalıştırılmıştı.
Osmanlı Devleti, cihat anlayışıyla diplomatik ilişkiler kurmuştur. Daha sonraları evlenme yoluyla da diplomatik ilişki kurulmuştur. Bu durumun en güzel örnekleri, Bizans ile yapılan evliliklerdir. İlk evlilik Orhan Beyin Yarhisar tekfurunun kızı, adı Holofira olan Nilüfer Hatun ile evlenmesidir. Bu evlilik, Osmanlı Devleti’nin saygınlığının artmasını sağlamıştır. İkinci evlilik, yine Orhan bey tarafından yapılmıştır. Bizans imparatoru III. Andronikos ile Fransız eşi Anna’nın kızı Asporça Hatun’la ikinci evliliğini yapmıştır. Bu evlilik ile Bizans’ın iç işlerine karışma fırsatı buluyoruz. Üçüncü Evlilik yine Bizanslılarla yapılmıştır. Orhan Bey ile İmparator VI. İoannes Kantakuzen ve eşi İmparatoriçe İrene’nin kızları olan Theodore (Maria) arasında olmuştur.[8] Bu evliliğin ardından Osmanlı Sulatanı Orhan Bey barışçıl yollarla fetihler yapmaya çalışmıştır. Osmanlı devletinin diğer devletlerle diplomatik ilişkilerinin iyi olmasının sebeplerinden en önemlisi iç ilişkilerinde yürüttüğü politikadır. Osmanlı Devleti, iç politikada hoşgörü ve denge siyaseti uygulayarak devletlerin dikkatini çekmiş ve fethedilen yerlerdeki halk tarafından sevilen bir imparatorluk olmuştur.
Ancak İmparatorluğun çöküşünü fırsat bilen Hristiyan Avrupa devletleri kaç yıldır Osmanlıyı içine dâhil etmeye çalıştıkları, uluslararası ilişkiler ve hukuk sistemini için eskisi gibi istekli davranmadılar. Osmanlı devleti bu hukuk sistemini, Islahat fermanı ile aynı yıl toplanan Paris Barış Konferansı ile kabul etmiştir. Ancak bu durum Osmanlı devletinin pek yararına olmadığı gibi devlet ekonomisi ve hukuk alanında Avrupalı devletlerle eşitlik sağlanamamış, ayrıcalıklar güvence altına alınmıştır. Osmanlı devleti Avrupalı devletler tarafından “ hasta adam” olarak anılmış ve hiçbir zaman Avrupalı devletlerin içerisine girememiştir. Osmanlı devletinin son dönemlerdeki diplomasi uyguluyormuş yalanı pek işe yaramamış ve Avrupa\ Osmanlı-Türk ayrımı her zaman sürmüştür.
Osmanlı diplomasisi, “eşit müzakere” ve “uzlaşı” kavramlarının ait olduğu bir dış politika sürmemiştir. Osmanlı diplomasisinin içe kapanıklığını son dönemlerde aşmış olsa da bu çekingen tavır Türkiye diplomasisini uzun süre etkilemiştir.[9]
Sefaretnameler ’de Batı İmgesi
            Osmanlı devleti kurulduğundan bu yana yabancı devletlerle siyasi ilişkiler kurmuş olsa da diplomatik yollarla yani elçiler vasıtasıyla ilişkiler kurması 18.yüzyılı bulmuştur. Osmanlı imparatorluğu diğer devletler hakkında bilgi öğrenmek için ilk başlarda “ fevkalade elçileri ” göndermiştir.[10]Ayrıca Osmanlı Devleti’nin yabancı devletlere elçi göndermesinin sebebi olarak; tahta çıkan Osmanlı padişahı yabancı devlet hükümdarlarına cüluslarını tebliğ etmek için, taç giyme törenlerinde padişahı temsil etmek için, padişah tarafından yazılan mektupları ve hediyeleri iletmek için, devletlerarasındaki ilişkiyi kontrol etmek için, yabancı devletler elçi istediği için gönderilmişlerdi.[11] Bu durum 1789’da III. Selim’in tahta çıkmasıyla değişikliğe uğramıştır. Osmanlı Devleti 18.yüzyılın ikinci yarısında gücünü kaybettiği için diğer devletlerle kurmadığı diplomatik ilişkinin önemli olduğu anlamış ve ilk ikamet elçiliğinin III. Selim’in sempati duyduğu Fransa’da kurulmasına karar verildi. [12]Ancak Babıali, ikamet elçiliğinin İngiltere kurulmasının daha uygun olacağını düşünüyordu. O dönemdeki Fransız İhtilali, Babıali’nin bu düşüncesine Osmanlı İmparatorluğu’nun daha ılımlı bakmasına yol açtı. Reisülküttap Raşid Efendi İngiltere elçisi ile görüşüp gönderilecek elçinin nasıl, hangi yol güzergâhında gideceğine ve elçinin rütbesi konusunda karara vardı.Osmanlı Devleti bu dönemde gönderdiği elçileri sınıflandırdığı kesin olarak belgelere dayanmasa da, elçinin gönderildiği devletin önemine göre Büyük Elçi ve Orta Elçi, mektup iletmek için görevlendirilmiş kişilere Namares denilmiştir.[13] İngiltere’ye gönderilen ilk ikamet elçisi, Kalyonlar eski kâtibi Yusuf Agâh Efendi olarak belirlendi. Yusuf Agâh Efendi’ye “ Büyük Elçi ” rütbesi verildi.[14]Yusuf Agâh Efendi gönderdiği ilk bilgide, İngiltere ile Rusya arasında imzalanan 18 Şubat 1795 tarihli savunma antlaşmasının Osmanlı aleyhine bir madde içermediğini, İngiltere’nin Rusya’ya karşı dost olmadığını ve İngiltere’nin Osmanlı hakkındaki söylemlerine güvenilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Yusuf Agâh Efendi İngiltere’de üç buçuk yıl kadar görev yaptıktan sonra yerini İsmail Ferruh Efendi’ye bıraktı. Ayrıca Paris’e Seyyid Ali, Viyana’ya İbrahim Afif ve Berlin’e Ali Aziz Efendiler gönderildi.Gönderilen elçiler gittikleri devletler hakkında İmparatorluğa her konuyu yorumlayarak bildirmiştir. Bildirdikleri konularla Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya bakış açışını çeşitli açılarla yenilemiştir. Osmanlı devleti elçilerin üç yıllık sürelerinin bitmesiyle, 1800lerin sonlarında elçileri çekmiştir ve Londra, Viyana ve Berlin’de daimi elçiler bulundurmaktan vazgeçmiştir.[15]
Sefaretnameler
1665 te Viyana’ya elçi olarak gönderilen Kara Mehmet Paşa Sefaretnamesinde, bulunduğu şehrin istihkâmlarından, yapılan ikramlardan, merasimlerden bahsetmektedir. 18.yüzyılda Damat Ferit paşa tarafında Paris’e elçi olarak gönderilen Mehmet Çelebi’ye Fransa’nın kültür ve kuruluşlar ile ilgili uygulanabilir olanları rapor etmesi talimatı verilmişti. Mehmet Çelebi’nin yazdığı Fransa sefaretnamesi hayranlık duyduğu Fransa’nın kültürel ve manevi değerlerini içermektedir. 1722 de Rusya’ya elçi olarak gönderilen Niş’li Mehmet Ağa’nın Rusya sefaretnamesi günlük şeklinde tutulması yönüyle bir ayrıcalığı vardır. Sefaretnamesi Rusya ile yapılan müzakerenin nasıl başlatıldığını anlatmıştır. Mustafa Efendinin yazdığı Istılah-ı Nemçe olarak bilinen sefaretnamesi, 1701-1714 yıllarında Avrupa’da yaşanan olayların başlama sebeplerini, seyrini kapsamaktadır. Ayrıca bu sefaretname Roma-Germen İmparatorluğundaki taç giyme merasimlerinde kimlerin taç giydiğini, imparatorluğun mali ve askeri yapısı hakkında da bilgi vermektedir. Ahmet Resmi Efendi’nin Viyana sefaretnamesi o dönemdeki Viyana’nın gündelik hayatından bahsetmektedir. Ahmet Resmi Efendi’nin Prusya sefaretnamesi, elçinin yol güzergâhı üzerindeki Romanya şehirlerinden ve Hotin kalesinden, Lehistan’ın önemli ticaret limanlarından, o dönemdeki durumundan ve Prusyalıların askerliği hakkında bilgiler içermektedir. Moralı Seyyid Ali Efendi Fransa sefaretnamesinde, gemi yolculuğunda gördüğü yerlerden bahsetmiş ve tarihinde Osmanlı Devleti ve Sicilya krallığı arasında kurulan dostluk ilişkisinden de söz eder. Katıldığı merasim ve gece eğlencelerini anlatan Ali Efendi Paris’te ki ilgi çekici yerlerden bilgiler vermektedir. Seyyid Abdürrahim Muhib Efendi’nin sefaretnamesinde Avrupa hakkında bilgi vermekle birlikte Paris şehrindeki hukuki düzeni, yurtdışına çıkarken uyulması gereken pasaport düzenini, telgrafla haberleşme sistemini, barut ve top yapımı üzerin de durmuştur. Paris’te teleskop ve büyük bir kütüphanenin olduğunu notlarını dâhil etmiştir. Ayrıca Fransız hükümeti ile yapılan müzakereleri not tutan Muhib Efendi, yabancı sefirlerin tuttuğu notlarında sefaretnamesine dâhil etmiştir. Seyyid Mustafa Sami Efendi’nin 1838 tarihli Avrupa Risalesi, eski tarzda yazılmış olan son sefaretnamedir. Bu yapıt yabancı dil bilmenin öneminden bahsetmektedir. Mehmet Sadık Rıfat Paşa’nın 1838 deki İtalya sefaretnamesi, elçinin seyahati boyunca gördüğü eserleri, bayındırlığı, sosyal ve kültürel durumları içermekle birlikte Milano’nun İstanbul’un güzelliğini geçemeyeceğini içermektedir.[16]
OSMANLI DİPLOMASİSİNDE BATIYA YÖNELİŞ
Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Dönem Batı Algısı
Osmanlı devleti 18.yüzyıla kadar batı medeniyetleri karşısında kazandığı zaferlerden dolayı hiçbir zaman batı medeniyetlerine karşı ılımlı davranmamıştır. Yabancı ülkelere elçiler göndermediği için 18.yüzyıla kadar Avrupa’nın sistemleri hakkında bilgiye sahip olamamıştır. Osmanlı aydınları yaşanan bunalımının nedeni olarak Avrupa’nın ileri derecede gelişmesini öne sürmüşlerdir. Yaşanan bunalımdan kurtulmak için ise Avrupalı devletlerin yakından tanınması gerektiğini dile getirmişlerdir. Hayrullah Efendi Batı’yı bütünüyle tanıyan ilk Türk Bürokrat olarak tarihe geçmiştir. Namık Kemal gibi Yeni Osmanlıların savunduğu fikirleri destekleyen Mithat Paşa Meşruiyetin yürürlüğe girmesini sağlarken [17]1839 yıllarında Osmanlı aydınları arasında Fransızca öğrenme çabaları hız kazandı. Bunun sonucunda yaşanması muhtemel olan Fransız kültürü, edebiyatı ile ilk temas Şinasi tarafından gerçekleşti. Şinasi Fransız yazarların eserlerinden yaptığı çevirileri 1858 yılında birleştirdiği kitapta yayınladı. Dönemin devlet gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin dilinde halkın seviyesine uygun olarak yaptığı değişiklik Tanzimat’ın ilanından sonra devlet dilinde sadeleşmeye gidilerek pekiştirilmiştir.1860lardan sonda edebi Türk nesirinin kurulmasının temelleri atılmıştır.[18]Osmanlı Devleti’nin 1856-1878 döneminde benimsediği dış politikanın temel ilkesi, toprak bütünlüğünü ülke içindeki bozucu hareketlere karşı korumak olmuştur.[19]
Osmanlı Devleti’nde bulunan “ yabancılar “ arasında en çok tanınanların diplomatlar olmasına karşılık misyonerlik faaliyetlerinin asıl alanı da Hıristiyan mezhepleriydi. Bunun sonucunda da mezhep çatışmaları meydana gelmekteydi. Osmanlı modernleşmesinde özellikle 1848 ihtilali ile Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalı ve Macar mültecilerin büyük katkısı olmuştur. Çünkü gelen mültecilerin çoğu nitelikli insanlar olup kendi istekleri ile devlete hizmet etmişlerdir. [20]Osmanlı seçkinleri batıdan seçkin birimleri alırken farkında olmadan yaşam biçimi adetlerini de almışlardır.
Osmanlı devleti batı tarzını Viyana bozgunundan sonra benimsemeye başlamışlardır.[21]
Batılılaşma Sonucu Osmanlı Toplumunda Yaşanan Değişimler
Diplomatik faaliyetler ve yapılan ıslahatlarla Osmanlı Devleti’nin her alanında değişmeler olmuştur. Bunun en önemlisi İdari yapılanmalardır ancak toplumdaki değişimler idari yapılanmanın bir sonucu olarak önem arz etmektedir.
Toplum yapısını en iyi anlatan tarihi eserler mimari yapılarıdır. Sefirlerimizin gittikleri merkezlerdeki tarihi yapıları anlatmaları Osmanlı Devleti’nin mimari yapılarına etki etmiştir. Osmanlı seyyahları Rönesans dönemindeki kilise mimarilerinden etkilenmişlerdir. Sefaretnamelerde özellikle İtalya’daki San Pierre/Pietro Kilisesi’ne yer verilmiştir.18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde kentsel dönüşüm ile sarayların çevresinde ve dış cephelerinde değişim görülmüştür.Ayrıca Avrupa’ya giden sefirlerimiz Avrupa’da şahit oldukları edebi ve sanatsal faaliyetlerden bahsetmeyi de unutmamışlardır. Tiyatrodaki oyunlar ve oyuncaları, opera sanatını Osmanlı Devleti’ne katmışlardır. Sefaretnameler sayesinde birçok alanda bilgi edinen Osmanlı Devleti, rasathaneler hakkında bilgi edinmesinin dışında sağlık hizmetleri hakkında da birçok bilgi ve değişime yer vermiştir. Osmanlı Devleti’nde 15.yüzyılda yaşanan Veba Salgını yüzünden Avrupa’ya gönderilen elçiler bir süreliğine karantina altına alınmıştır. Bunun sonucunda sefirler karantina uygulaması hakkında çok iyi bilgi edinmiş ve bu uygulamayı Osmanlı Devleti’ne taşımıştır.
Avrupa’daki şehircilik hayatını Osmanlı Devleti’ne yansıtan sefirler, caddeler ve sokakların düzeni hakkında, belediyecilik hakkında bilgi vermiştir. Osmanlı Devleti’nde cadde ve sokak düzenlemelerini “ subaşı, voyvoda, çöplükbaşı ” tarafından yapılırdı. Özellikle Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa seyahatinde yazış olduğu sefaretname, sokakların temizliği konusunda belediyelerin önemini göstermiştir.[22]Avrupa’dan etkilenerek yapılan bu değişikler Osmanlı toplum yapısının da yeniden yapılanmasına yol açmıştır. Bu yapılanma şekillenerek günümüz toplum yapısının oluşması için yeni bir yön olmuştur.
Yazinin tamami icin;

1 Mayıs 2014 Perşembe

Osmanlı İşçi Sınıfı ve İşçi Hareketleri

II. ABDÜLHAMİT, İTTİHAT VE TERAKKİ VE OSMANLI İŞÇİ SINIFI
 Yıldırım Koç - Bilim ve Ütopya Dergisi 2013
 Osmanlı İşçi Sınıfı ve Siyasal Gelişmeler
 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın ilk 18 yılını kapsayan yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde Osmanlı işçi sınıfı birçok açıdan çok zayıftı ve 1908-1913 döneminde önemli bazı eylem ve örgütlenmeler olsa da, Türkiye işçi sınıfına önemli bir örgütlülük ve mücadele mirası bırakmadı. Bu zayıflık nedeniyle, Osmanlı işçi sınıfının Türkiye’nin milli demokratik devriminin önemli ilk adımları olan 1876 ve 1908 mücadelelerinde bağımsız bir güç olarak hiçbir önemli katkısı bulunmadı.
 Bu dönemde Osmanlı işçi sınıfının zayıflığının nedenleri şu şekilde özetlenebilir:
 Osmanlı ülkesindeki halkın işgücünü satarak elde ettiği ücret geliriyle yaşamını sürdüren kesimi, küçük bir azınlık oluşturuyordu. Ücret karşılığında çalışanların büyük çoğunluğu, nakit gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla geçici sürelerle işçilik yapan mülksüzleşmemiş köylülerdi.
 Ülke geniş, nüfus azdı. Tarım teknolojisi geriydi. İnsanların toprak sahibi olması ve bir çift öküzle ve karasabanla tarımsal faaliyet sürdürerek geçimini sağlayabilmesi olanaklıydı.
 Nüfusun ve ücretli olarak çalışmaya mecbur olanların azlığı nedeniyle, özellikle madenlerde ve yol yapımında zorla çalıştırma uygulaması (“mükellefiyet”) vardı. Bu şekilde işçilik yapanlar kendilerini işçi olarak bile kabul etmiyordu.
 Osmanlı sanayi, özellikle 1838 Baltalimanı Anlaşması ve sonrasındaki ticaret anlaşmaları sonucunda büyük bir darbe yemişti.
 Ücretlilerin çalıştığı işyerleri küçüktü. Bu işletmelerin sahipleri, Marx’ın “Kleinmeister” olarak nitelendirdiği, patronlaşamamış işverenlerdi. Bu işyerlerinde basit yeniden üretim sürdürülüyordu. İşveren de az sayıdaki işçiyle birlikte üretimde çalışıyor ve bir sermaye artırımına (genişletilmiş yeniden üretime) gidemiyordu. Bu işyerlerinde sınıf kimliğinin ve mücadelesinin gelişimi mümkün değildi.
 Kamu kesiminde “memur” statüsünde çalıştırılanlar bazı haklara sahipti; ancak belirli bir eğitimden geçmiş bu kesim kendisini “amele”den farklı ve üstün görüyordu. İşçi sınıfındaki bu bölünme, sınıf mücadelesini daha da zayıflatıyordu.

OSMANLI DEVLETİNDE İŞÇİLER VE İSÇİ HAREKETLERİ (1876-1914)
 Doktora Tezi – 2004 – Süleyman Demirel Üniversitesi
Cevdet KIRPIK

28 Mart 2014 Cuma

Demokrasi üzerine aykırı sorular, garabet oluşumlar

Türkiye model ülke olma sıfatını hızla kaybediyor, ama tüm bilginlerin kafa kafaya verse anlamakta zorluk çekecekleri laboratuvar bir ülke konumunda. Küresel ve yerel, bölgesel ve tarihsel, dini ve dünyevi birbirinden farklı ve karmaşık dinamikler hep birden sanki Türkiye’de tezahür ediyor. Birçok emsalsiz deneyimin yer aldığı ama aynı zamanda tasviri mümkün olmayan garabetlerin, tuhaf oluşumların, vahim siyasi tepkilerin ortaya çıktığı tarihsel ve siyasi bir dönemden geçiyoruz. Günlük yaşantılarımıza kadar bizi yıkıcı enerji sarmalına alan, güvenliğinden giderek kuşku duyduğumuz toplumsal bir laboratuvar içindeyiz.
Evet her geçen gün AKP iktidarı kaybediyor, ama kaybeden sadece siyasi bir partiden ibaret değil, beraberinde liderin ve siyasal İslam’ın zafiyetleri ortaya çıkıyor, Müslümanlar lekeleniyor,  bürokratlar değersizleştiriliyor, memurlar sürülüyor, Kürt barışı kavgada tutsak edilmek isteniyor, Alevi mahalleleri polis zulmüne maruz kalıyor, gazeteciler susturuluyor, hukuk kurumları itibarsızlaştırılıyor, devlet geleneği çözülüyor, yatırımlar duruyor, ekonomi inişe geçiyor. Türkiye kaybediyor. Ama iyi günlerin geride kaldığını kabullenmekte zorlanıyoruz. Henüz şuurları eski tren raylarına kilitli kalmış bir istikamette yol alan, ayrıcalıklı konumlarını ya da umutlarını kaybetmek istemeyen, içeride cemaat, dışarıda komplolar olmasa, her şeyin güllük gülistanlık olacağını, bıraktığımız yerden demokratikleşmeye, toplumsal barışa doğru yol alabileceğimizi düşünmek isteyen birçok kişi var. Ama ne yazık ki bu böyle değil. Tarih düz bir çizgide, tren raylarında kayıp gitmiyor. Farklı bir güzergâha girildi bile. Edinilmiş kazanımlar bir bir yok olmakta.
Nerede, neden ve nasıl kaybediyoruz?. İçinde bulunduğumuz durumu farklı odak noktalarından, modern çağın garabet gelişimleri ve demokrasilerin karşı karşıya kaldığı aykırı soruların ışığında değerlendirmeyi deneyelim.
Bilgi çağı ve fitne
Bugün sadece Türkiye değil, tüm dünya, bir yandan devlet sırlarının, öte yandan kişisel mahremiyetin üzerindeki perdenin kalktığına şahit olmakta. Wikileaks skandalıyla birlikte küresel düzlemde devlet sırlarının çözülebileceğini gördük, Amerikan diplomasinin bilmediğimiz yönlerini öğrendik. Bilgi çağında medyanın bilgi verme yükümlülüğü artıyor, hakikat ve haber, sır ve mahremiyet arasındaki duvarlar kalkıyor. Yeni bilgi çağı ve iletişim teknolojileri kişileri, haneleri ve devletleri gözaltına alabiliyor, dinliyor, kaydediyor, dosyalıyor, verileri dolaşıma sokabiliyor.
Sırlar muhafaza edilemeden nasıl bir devlet yönetimi olacak? Mahrem alanın kalmadığı bir toplumda nasıl kişisel özgürlüklerden söz edebiliriz? Bu sorular ileri demokratik toplumların gündemine giriyor.  Ama sonuç olarak, bilgi çağının olanakları ve vatandaşların bilgilenme hakkı ve arzusu, özel mahremiyet ve devlet sırrının kilidini kırıyor, saydamlık çemberinin içine sokuyor ve kişi hakları ile kamu yararı arasında yeni ayarları zorunlu kılıyor.
Türkiye’de ortaya çıkan yolsuzluk skandallarını bilgi verme yükümlülüğünün izdüşümünde değerlendirebiliriz. Ancak eşzamanlı olarak Müslümanlar arasında bir fitne ortaya çıkması, farklı bir garabete neden oluyor. Masumiyetini ispatlamaya girişenler ile iftiralara maruz kaldığını söyleyenler arasında bir ölüm-kalım savaşı post modern iletişim çağının metotlarıyla yapılıyor.
Ama her ne kadar maddi deliller ve veriler ortaya çıkarsa çıksın, ortak bir gerçeklik algısına ulaşmanın yolu bulunamıyor. Bu bilgiler gerçeklik konusunda mutabakat sağlama bir yana, iki hakikat rejimi arasında çatışma konusu oluyor ve siyasi kutuplaşmanın bir parçası hâline geliveriyor. Bilgilenme ile demokrasi, haber ile hakikat arasındaki ilişki sanıldığı kadar kolay ihsas edilemiyor, saydamlık yoluyla gerçekliğe ulaşacağımızı sandığımız anda hakikate gölge düşüyor, düşürülüyor.
Aykırı soru: Bilgi çağında Müslümanlar arasında seyreden bu fitneye karşı demokrasi bir hakikat ve hukuk rejimi olarak kendini yeniden tesis edebilecek mi?
Sultan ve Çar
İktidarın kişiselleştiği birçok aydın ve yazarın ortak teşhisi. AKP’ye yakın duran aydınlardan en sert muhaliflerine kadar herkes AKP iktidarının Erdoğan’ın kişiliğine endekslendiğini ve otoriterleştiğini vurguluyor. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye giderek Avrupa ülkeleriyle arasına mesafe koyuyor, yükselen ülkeler ile benzerlikler gösteriyor. Dikey kentler, rant ve tüketim ekonomisi, güçlü liderler, keyfi kullanılan kaynaklar ve muhalefete tahammülsüzlük yükselen ülkelerin ortak yönetim özellikleri. Bu ülkeler kıta Avrupası demokrasi modellerinden çok uzak bir güzergâh sergiliyorlar.
Batı Avrupa liderleri giderek güçlü, hatta karizmatik lider tiplerinden uzaklaşarak, daha az erkek egemen, daha mülayim kişilikleriyle ülkelerinin yönetimindeler. Buna karşın ataerkil, pederşahi ya da maço erkek vasıflarıyla iktidar gücünün pekiştirildiği lider modelleri dünya sahnesine çıkıyor. Dünya medyası Erdoğan’ı demokrat olmadığı ölçüde Osmanlı Sultanlarına, Putin’i de umursamaz zalimliğiyle Rus Çarlarına benzetiyor. Bu liderler imparatorluk geçmişini bilinçaltında canlandırıyorlar.  Ama aynı zamanda popülist lider kültünü teşhir ediyorlar. Ancak iki liderin özdeş olduğunu söyleyemeyiz. Vahşi bir doğada, at üstünde üstü çıplak savaşçı gövdesini sergileyen Putin ile hasımlarıyla halk mitinglerinde savaşan Erdoğan’ın “erkek adam” ve güçlü lider görünümleri aynı kültürel havzadan soluklanmıyor.
Otoriterleştiğini ifade etmek için birçok gözlemcinin dile getirdiği Erdoğan’ın Putinleştiğiteşhisi yetersiz, hatta yanıltıcı. Putin’den farklı olarak Erdoğan vaatleri olan, sözü olan bir lider. Erdoğan birçoklarının gözünde 21′inci Yüzyıl’ın en önemli liderlerinden biri olacak iken, Arap sokağından İslamcı reformistlere, İsrail’deki muhalefet aydınlarından Türkiye’deki azınlıklara kadar farklı gönüllere girmişken, umut olmuşken kaybediyor.  Sultan Çar karşısında geriliyor.  O kaybediyor, sıradan bir despot olan Putin, dünya üzerindeki nüfuzunu gasp yoluyla arttırıyor. Kırım bunun son örneği. Ama hem Osmanlı geçmişiyle bağları hem de Avrupa nedeniyle çok önemli bir örnek.
Avrupa modernlik tarihinin üç medeniyet halkası etrafında şekillendiğini ileri sürebiliriz. Gerard Delanty Avrupa’yı sadece Hristiyan Batı’nın değil, aynı zamanda Slav Bizans ve Müslüman Osmanlı’nın tarihsel miraslarının belirlediğini söyler. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Doğu Avrupa yeniden Avrupa’nın oluşumunda devreye girdi. Ama Osmanlı mirası dışarıda kaldı. Türkiye’nin Avrupa adaylığı bu mirası canlandıramadı. Tersine, Avrupa istemeyerek de olsa Ortodoks Rus tarihsel mirasının nüfuzuna giriyor, ama Avrupa içerisindeki Osmanlı İslam etkisi uzaklaşıyor, değersizleşiyor. Bunun tek sorumlusu ve kaybedeni tabii ki Türkiye değil. Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye ile tarihsel randevularını isteyerek, bilerek kaçırdılar.
Ama sonuç olarak Türkiye kaybediyor.  Avrupa siyaseti rafa kaldırıldı, neo Osmanlı vizyonu Avrupa baharıyla yeni bir ivme kazanacak iken Suriye’de batağa battı, Mısır’da askeri darbe sonucu geri tepti. Türkiye’nin siyasi vizyonu, Ortadoğu’da askeri vesayete karşı çıkmasına, haktan ve halktan yana olmasına rağmen kaybetti. Doğruları savunmak, kazanmak için her zaman yeterli olmuyor. Nedenleri çok yönlü, çok aktörlü.  Ancak AKP iktidarı, soğukkanlı bir durum analizi yapamadı. Diplomasi birikimini, tarih bilgisini kullanacak yerde, komplo teorilerine sarılıyor. Lider ve çevresi, haklılıklarından şüphe etmedikleri için, her türlü garabeti kendilerine karşı ihanet ve kumpas olarak okuyorlar. Güçlü lider sendromu “tek aktör patolojisine” dönüşüyor. Ne var ki komplo senaryoları yazmaya başlamak, güçsüzlüğün itirafı anlamına gelir. Tarihin aktörü olamadığınızı itiraf ediyorsanız, başkaları sizin yerinize tarihinizi yazıyor demektir.
Sadece siyasal vizyonuyla değil, işadamlarıyla, kültürel sermayesiyle, dizi filmleri, festivalleri, okullarıyla küresel aktör olma iddiası taşıyan AKP’li Türkiye, tek aktör patolojisinin pençesinde, “zayıf tarihsellik” sarmalına yeniden düşüyor.
İktidarın kişiselleşmesi garabet bir gelişim. Demokrasi için aykırı soru:Putin neden kazanmaya devam ediyor? 
 Müslüman vatandaş, asker devlet ve liberal yanılgı
Diğer bir ortak teşhis Müslümanların yeniden mağdur durumda kalmaktan endişe ettikleri, bunun için de AKP’ye daha bir sıkı sıkıya sarıldıkları görüşü. Erdoğan’ın toplumsal dinamikleri temsil ettiğine inanan aydınlar, halk gücünün arkasında olduğuna, Müslüman vatandaşın desteğini gösteriyorlar. Öte yandan, AKP’li olmayan aydınlar da Müslüman vatandaşın zihinsel dünyasına, tedirginliklerine dikkat çekiyorlar. Nitekim AKP’li Müslümanlar on yılı aşkın bir iktidar sonrasında mazlum kimliğiyle konuşmaktan imtina etmedikleri gibi, eski günlere dönmekten, yani yeniden kendilerini yetim konumunda bulmaktan, devletsiz kalmaktan korktuklarını ifade ediyorlar. Dahası, iyi günlerinde hayran oldukları Erdoğan’a  bugün kötü günlerinde daha bir sıkı sarılıyorlar. Çocuklarını cemaatin okullarına gönderen kentli, iyi okumuş, hâli vakti yerinde bir genç eskiden Erdoğan ile “gönül bağım vardı”, bugün ise “öl dese ölürüm” diyebiliyor. Kutsalına dokunulmuşçasına bir tepki veriyor. Gündelik hayatı Twitter’da geçen biri Twitter kapatılsa bile bu işte bir hayır arıyor, ileri sürülen sebepleri, kılıfına uydurmaları, “hile-i şer’iye”  diyerek, sorgusuz kabulleniyor.
Dindarlar nasıl bu yolsuzlukları içlerine sindiriyorlar, İslamcılar neden AKP’nin bu gidişine dur demiyor, sorusuna İslami kesimin önemli aydınlarından eski Mazlum-Der Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu Müslümanların güce ve paraya yenik düştüğünü, manevi dünyalarının içinin boşaldığını, vicdanlarının sesini dinleyemediklerini söylüyor. “İslamcılarda güçle ilgili bir özlem, istek var çünkü. ‘Hakim olalım ve ne olursa olsun gücü kaybetmeyelim’ anlayışı var. Muhalefete düşmeyi büyük bir yıkım olarak görüyorlar. Bu, İslamcılığın ana problemlerinden biri…  ‘Yenildik ve yenmeliyiz’ diyorlar. Bu kadar basit görüyorlar. Patoloji burada başlıyor” diyor . (Tuğba Tekerek söyleşisi, Taraf gazetesi, 17 mart 2014).
Sorun tam da burada, Müslümanların devlet ile ilişkisinde yatıyor.
Siyasal İslam’ın devlet ile imtihanı üzerine düşünürken İran modeli hatırlatılabilir. 1980′li yıllarda şekillenen siyasal İslam hareketleri seküler devlet karşıtlığı üzerinden toplumsal tasavvurlarını tanımlamıştı. Nitekim İran’da 1979 yılında devrim yoluyla iktidara gelen siyasal İslam, dini ilkelere dayalı bir hükümet modeli inşa etmiştir. Ayetullah Humeyni,  Şia geleneği içindeki “beklenen İmam” yeniden ortaya çıkıncaya kadar ümmetin hükümetsiz kalmaması için “velayeti fakih” olarak nitelenen siyasi bir yönetim modeli ortaya koyar. İran İslam Cumhuriyeti “fakih”in önderliğinde devrimin sürekliliğini sağlayacak, anayasada görevleri belirlenmiş bir dini liderlik kurumunu en üst makam olarak belirlemiştir. Seçilmişlerin ağırlığını koyamadıkları bir yönetim biçimi. Bugün İran’da demokrasi mücadelesi rehber vesayetini zorlayarak ilerlemektedir.
Türkiye’de ise demokrasi mücadelesi seçilmişler adına, devlet üzerindeki askeri vesayeti geriletmeyi üstlendi. AKP iktidarı askeri vesayeti kaldıracağını taahhüt ettiği ölçüde demokratik güçleri arkasına aldı. Müslümanlar iktidara geldi, askeri vesayet geriledi, ama iktidarlarının mutlak olmadığını kabullenemiyorlar. Nasıl bir devlet sorusuna, kendi iktidarlarını sınırlama pahasına, adalet ve özgürlüklerden yana, hukuk ve liberal demokrasinin ilkelerine sarılarak cevap veremiyorlar. Devletin gücünün sınırlanması, yasama, yargı ve yürütmenin ayrıştırılması, anayasa yoluyla bireylerin haklarının güvence altına alınması gibi toplumun tümü için iyi, doğru ve güzelden yana ortak ilkeleri sahiplenmiyorlar. Sadece kendi iktidarlarına odaklanmış durumdalar. İktidarlarının sürekliliğini sağlamak için, hasımlarına ve eleştirilere karşı tek vücut, rehberlerinin arkasında siper olmuş durumdalar.
Askeri vesayetin geriletilmesi,  sandık demokrasisi ve seçilenlere yapılan vurgu “liberal yanılgıya” yol açtı diyebiliriz. Daha çoğulcu bir vatandaşlık tasavvuruna geçtiğimizi umut ederken, çoğunluğun despotluğu tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktayız. Çünkü, laik cumhuriyetçilerin bir kısmı için askersiz devleti düşünmek ne kadar zor ise,  AKP’liler nezdinde de vatandaş Müslüman çoğunluktur, Türk, Müslüman ve Sünni vatandaşlar devletin doğal sahipleridirler.
Bugün iktidarda olmalarına rağmen kendilerini mazlum olarak koşullandıran Müslümanların ve de onların sözcülerinin görmek istemedikleri kendilerinden başka vatandaşların da olduğudur. Böylelikle kendilerini başkalarına karşı sorumlu hissetmelerine gerek kalmamaktadır. Başkalarının da bizzat kendileri, kendi iktidarları tarafından incitilebileceği, horlanacağı, dışlanacağı meseleleri değildir. Kimseye bir vefa borçları olmadığı gibi diğerlerinin hakları umurlarında değildir. Hatırlanmalıdır ki, iktidara Erbakan’ı tasfiye ederek, “babayı öldürerek” gelmişlerdir. Artık iktidar sırasının kendilerine geldiğini düşünmektedirler, kendilerinden önceki zenginlere, siyasilere, aydınlara, hocalara, abi ve ablalara kin beslemektedirler, onların sermayelerini, birikimlerini talan etmekten çekinmeyeceklerdir. Geleneklerle zincirlerini koparmış, iktidar olmanın modern kibrini taşımaktadırlar, çoğunluk olmanın şuursuz coşkusuyla doludurlar.
Unutulmamalı ki bireyler hakikat ve adalet arayışından koptuğu ölçüde, vicdanlarının sesini dinleyecekleri yerde, liderlerinin sözlerini tekrar ettikçe, yıkıcı siyasi enerjilerin manivelası hâline geliverirler. Miting alanında liderlerine biat etmiş kitlenin, polisin attığı gaz fişeğiyle ölenBerkin’in annesini yuhalaması böylesine bir kötücül tehlike anıdır.
İktidardakilerin kendilerine mazlum kimliği biçmeleri garabet bir tutum. Demokrasi için aykırı soru: Türklerin askersiz bir devlet tasavvuru var mı?
Berkin ve Alexis kardeşler
Berkin Gezi Parkı hareketleri sırasında evinden ekmek almak için çıktığında, polis tarafından atılan gaz fişeğiyle başından yaralanır ve uzun bir komanın arkasından yaşamını yitirir. Alexisde Yunanistan’da devriye gezen bir polis tarafından öldürülür. İki komşu ülkedeki iki gencin kaderleri birbirine benzer. İkisi de 15 yaşında öldürülürler. Berkin Yunanlılara Alexis’i hatırlatır. Yunan toplumu Berkin’ini kendi Alexis’i gibi, kardeşi gibi bağrına basar. 2008′de polis kurşununa hedef olan lise öğrencisi Alexis’in öldürüldüğü yerde Berkin için anma töreni düzenlenir, yas tutulur, sosyal medyada kardeş fotoğrafları dolaştırılır. AKP’li Türkiye ise Berkin ile Burak’ın kardeşliğini bile engeller.
Yunanistan kendimizi karşılaştırmaktan vazgeçtiğimiz bir ülke. Avrupa topluluğuna girmesiyle birlikte generaller rejimini arkasında bırakarak demokratik yönetimini pekiştiren ve kalkınan Yunanistan 2009′dan beri çok ağır bir ekonomik krizin içerisinde. Siyaset alanında, orta sağ ve orta sol partileri hızla eriyor, siyasi parçalanmışlık içinde aşırı milliyetçi sağ bir parti, “Altın Şafak” partisi yükseliyor.
Krizle beraber işlerini kaybeden, evsiz kalan, birçok orta sınıf mensubu insan, toplumun “yeni mağdurları.” Genç akademisyen Alexis Kentikelenis krizin mağdurlarını böyle tanımlıyor. En zoru yılların birikimi sonu elde etmiş oldukları mesleklerinin, mal varlıklarının, sosyal statülerinin bir günde ellerinden gittiğini, yitirdiklerini görmeleri. Eski günlerin gelmeyeceğini kabul etmek, yarınlardan ümit kesmek çok zor geliyor bu insanlara. Birçok insan sağlığını kaybediyor, depresyona giriyor, yardım almaktan utanıyor, sosyal yaşamını devam ettiremiyor, yalnızlaşıyor. Ekonomik krizin insan üzerinde çok ağır manevi zararları, kederi, ızdırabı var. Sadece bireyler düzeyinde değil, Yunanistan toplumu kolektif bir travma ile baş etmeye çalışıyor. Avrupa’nın gözde medeniyeti Yunanistan, Avrupa’nın “yeni mağduru.”  Yunanlılar mağduriyetlerini ve kederlerini  dönüştürücü bir güce çevirme gayreti içinde, yaşamı sürdürme stratejileri, dayanışma ağları geliştirmeye çalışıyorlar. Yeniden ümitlerin yeşermesi için önce durumu, acı gerçekleri kabul etmek zorunda kalıyorlar. Eski günler gelmeyecek, “bir gün kazandıklarımızı kaybedebilirmişiz” idraki içinde yarınları yeniden hazırlamaya çalışıyorlar.
Avrupa Birliği’ne üye bir ülkenin ekonomik krizin bedellerini bu kadar ağır ödemesi bir garabet. Aykırı soru: Türkiye Yunanistan’a benzeyebilir mi?
Zor ama zorunlu çıkarsamalar
Son on yıla damgasını vuran ekonomik gelişme, politik istikrar, açık toplum tekerleği artık dönmüyor. Bu zaman çemberinin sonuna dayandık. Eski günler geri gelmeyecek. Ama eskiyi devam ettirebileceğimiz şuursuzluğuna yakalanırsak yarınlarımız bugünümüzden daha kötü olabilir.
Dindarlar para ve güç karşısında manevi değerlerden koptular, kendi vicdanlarının sesi yerine liderlerinin sesini dinliyorlar.
Endişeli modernler, işadamları, gazeteciler, Kürtler, Geziciler, azınlıklar derken bugün Müslümanlar Müslümanlardan korkmaya başladı.
Karşılıklı güven ilişkilerinin kalmadığı bir toplumda kaos nasıl engellenir?  Nasıl bir mutabakat, sosyal kontrat tesis edilebilir?
Asli olan açık toplumu devam ettirmektir. Özgürlükleri güvence altına almak ve korkuyu dağıtmaktır.
Mizah ve iletişim şu anda demokratların en önemli gücü, siyasetin sınırlarını bireylerden yana genişletiyor.
Farklı bir siyasal kültürün yörüngesine giriyoruz. Gezi meydan hareketi bu konuda yol gösterdi. Demokratik toplum; farklı görüşten sıradan vatandaşların kurtarıcı lider beklemeden, ideolojilerin, inançların rehberliğini aramadan beraberliklerini kurgulayabilmesi, sahneye koyabilmesi ve çoğulcu vatandaşlık değerlerini, edebini çoğaltabilmesidir.
Hem demokrasi hem dinler tarihi, yenildiği zaman da bir insanın, bir toplumun kazanabileceği ilkeli bir duruş sergileyebileceğini hatırlatır. Hatta  yenilgilerimizden nasıl başarıyla çıktığımız başarılarımızın sırrıdır, teminatıdır.
 Twitter: @Nilufergole

22 Ocak 2014 Çarşamba

Modern Çağ'da Uluslararası İlişkiler Düşüncesi

Erol Kurubaş, Kırıkkale Üniversitesi


GİRİŞ 
İnsan aklı, gerçekliği genelde hep verili dünyanın sundukları çerçevesinde algılama 
eğilimindedir. Bu nedenle içinde yaşanılan dünya, genelde ezeli ve ebediymiş gibi 
görülür, geçmiş ve geleceğe hep bu açıdan bakmak gibi büyük bir yanılgıya 
düşülür. Tarihin ana eksenini süreklilik ve değişim güçleri arasındaki diyalektik 
ilişkinin oluşturduğu genellikle göz ardı edilir. Değişmeyen tek şeyin değişimin ta 
kendisi olduğu çoğunlukla unutulur. 

Bu açıdan bakıldığında günümüz uluslararası ortamında, eylemde bulunan siyasal 
birimlerin ilişkilerini, etkileşimlerini, ortaya çıkan yapıları, kısaca dünyada var olan 
siyasal durumu ifade eden ve adına kısaca “uluslararası ilişkiler” dediğimiz olgu da 
aslında böyle algılanıyor. Dünyada aslında hep bugünkü gibi devletlerin ve onlar 
arasında savaş-barış yelpazesinde cereyan eden mütekabiliyete dayalı ilişki 
biçimlerinin olduğu düşünülüyor. 

Bu ilk bakışta çok da yanlış olmayan bir yaklaşım gibi görülebilir. Çünkü insanlar 
toplum olmayı başardıkları zamandan beri hep birtakım siyasal birimler kurmuş ve
onlar arasında hep bir ilişki ve etkileşim olmuştur. Ama acaba bu, bizim bugün 
algıladığımız gibi bir dünya oluşturmuş mudur? Bir başka deyişle, geçmişte 
şimdiki gibi devletler ve bunlar arasındaki gibi bir ilişki biçimi var mıydı? Acaba 
bu ilişki dünyanın her tarafını kapsıyor muydu? Kısacası, içinde yaşadığımız dünya 
acaba hep var olan dünya mıydı? Değilse geçmişte nasıl bir dünya vardı? Günümüz 
dünyası ne zaman ve nasıl doğdu? Acaba aktörleri, yapıları ve ilişki biçimleriyle 
bugünkü dünyadaki siyasi durum da değişecek mi? Eğer şimdi bir değişim söz 
konusuysa, bu değişimin dinamikleri nelerdir ve gelecekte nasıl bir dünya bizi 
bekliyor? 

Detaylara indiğimizde bunlar gibi birçok soru ile karşılaşırız. Bu sorulara bir cevap 
verebilmek için, bu çalışmada binlerce yıllık dünya politikasına çok genel bir bakış 
açısı sunmak suretiyle onun büyük tarihsel resmini ve değişimini anlamaya 
çalışacağız. Ama her büyük genelleme ve meta-anlatı gibi bu çalışma da bazı 
önemli detayları can sıkıcı biçimde ihmal etmek durumundadır. Burada maksat, 
gerçeği bir bütün olarak anlatmak ya da göstermek olmadığı, aksine algılanması 
güç bir olguya, algıyı kolaylaştıracak bir bakış açısı sağlamak olduğu için bu 
basitleştirmeyi mazur görebiliriz. 

Bu çalışmada, geçmişte bugünden çok farklı bir dünya politikası olduğunu ve 
gelecekte de farklı bir dünya politikası olacağını, bu nedenle de geçmişte 
“uluslararası ilişkiler” olgusu olmadığı gibi muhtemelen gelecekte de olmayacağını 
iddia ediyoruz. Çünkü tamamen tarihsel bir olgu olan “uluslararası ilişkiler”, dünya 
politikasının Modern Çağ’daki görünümü olup, modernleşmenin, modern 
düşüncelerin, modern yapı, aktör ve ilişkilerin ürünüdür. 

Bu iddiayı sorgulamak için çalışmada öncelikle, dünya politikasındaki değişimin 
dinamikleri ele alınacak ve bu çerçevede dünya politikasında üç büyük tarihsel 
dönem tespit edilecektir. Çalışmanın ikinci bölümünde, İlk ve Orta Çağlarda dünya 
politikasın ne gibi özellikler taşıdığı, bunların hangi siyasal düşüncelerden 
beslendiği anlatılacaktır. Üçüncü bölümde, Modern Çağ’da dünya politikasında 
yaşanan değişim ekseninde “uluslararası ilişkiler” olgusunun nasıl doğduğu, 
geliştiği ve hangi varsayımlara dayanarak evrenselleştiği ortaya konularak bunun 
yol açtığı sonuçlara dikkat çekilecektir. Dördüncü bölümde ise, günümüzde 
yaşanmakta olan değişim incelenerek yeni bir tarihsel dönemin eşiğinde 
olduğumuz ileri sürülecek, değişenler ve değişimin yönü sorgulanacaktır. 

I. DÜNYA POLİTİKASININ DEĞİŞİM DİNAMİKLERİ VE  BÜYÜK TARİHSEL DÖNEMLER 

Bir zamanlar dünya politikasının görünümü bugünkü gibi değildi ve gelecekte de 
muhtemelen böyle olmayacaktır. Bir başka deyişle, dünyada var olan siyasal 
durum, yani siyasal birimler, bunlar arasındaki ilişkiler ve bunun sonucu doğan 
yapılar –basitçe buna “dünya politikası” diyelim1- farklı dönemlerde farklı biçimler 
almış ve gelecekte de alma potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda Nye ve Welch 
(2011: 3-4), dünya politikasının üç temel biçim aldığını belirtir. Bunlardan ilki, bir
otoritenin temasta olduğu dünyanın büyük bölümünü denetim altında tuttuğu 
“dünya imparatorluğu sistemi”; ikincisi, bağlılıkların ve siyasi yükümlülüklerin 
öncelikle siyasi sınırlar tarafından belirlenmediği “feodal sistem” ve üçüncüsü, 
görece bütünlüklü olan, fakat üst bir yönetimi bulunmayan devletlerden meydana 
gelen “anarşik devletler sistemi”. Nye ve Welch’in söz ettiği bu dünya politikası 
biçimleri kronolojik olmaktan ziyade kuramsaldır. Çünkü onlara göre, örneğin 
anarşik devletler sistemi M.Ö. 5. yüzyılda Çin ve Hindistan’da ya da eski 
Yunan’da görülmüştür. 

Dünya politikasına ilişkin bu yaklaşım, elbette yanlış olmamakla birlikte, bize 
tarihsel değişimi, bunu belirleyen etkenleri ve bu çerçevede “uluslararası ilişkiler” 
denilen özel dünya politikası biçimini yeterince açıklamaz. O nedenle biz burada 
dünya politikasının aldığı farklı biçimleri ve bu çerçevedeki değişimi belli bir 
tarihsellik içinde, birtakım değişim ölçütleri çerçevesinde ele alacağız. Bize göre, 
dünya politikasında tarihsel bir değişim yaşanması şu üç temel unsurun eşzamanlı 
değişimine bağlıdır: (i) var olan “siyasi aktörler”in niteliği, (ii) bu aktörler 
arasındaki “ilişkinin biçimi” ve yoğunluğu ve (iii) “mekânın kapsamı” ve bu 
bağlamda “zaman-mekânın ilişkisi”nin niteliği. 

İlkinden başlamak gerekirse, öncelikle örgütlü bir siyasal birimin olmadığı ilkel 
dönemler bir yana, insanlığın tarihin farklı dönemlerinde birbirinden çok farklı 
siyasal birimler kurduğunu belirtmeliyiz. Bu açıdan kabileler, site-devletleri, 
hanedanlar, imparatorluklar, krallıklar, feodal yapılar ve egemen devletlerden söz 
edebiliriz. Burada büyük tarihsel değişimi görme amacımıza uygun biçimde 
“emperyal ve/ya himaye edilen siyasi birimler” ile “egemen-bağımsız devletler” 
arasında bir ayrım yapabiliriz. Bir başka deyişle burada, sınırları tam belli olmayan 
topraklar üzerinde, tam egemen de olmayan, sadece “egemen görünen ya da 
egemenlik iddiasında bulunan”, bağımsızlığı da geçici, belirsiz ya da tartışmalı 
olan siyasi birimler ile sınırları kesin olarak belli olan ve bu sınırlar içindeki 
topraklara ve insanlara “tam egemen” ve “dışarıdaki egemenlerden bağımsız” 
devletler arasında ikili bir ayrım söz konusudur. Bu ikili ayrım, sadece aktör 
niteliği açısından değil, aynı zamanda bu siyasi birimler arasındaki ilişkinin 
biçimini belirlemesi açısından da son derece önemlidir.

...


Makalenin tamami icin tiklayiniz.

8 Ocak 2014 Çarşamba

21. Yüzyılda Tek Kutupluluk Tartışmaları

Umut Üzer, İstanbul Teknik Üniversitesi
Bilge Strateji Dergisi, 2013

Özet: Uluslararası ilişkiler teorileri arasında etkili bir yere sahip realizmin en önemli kavramlarından biri olan güç dengesi (balance of power) politikası, büyük güçlere karşı ittifaklar kurulmasını veya yükselen devletlerin hegemon güce karşı dengeleme politikasını devreye sokmasını öngörmektedir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin tek kutup olarak ortaya çıktığı 1989-1991’den günümüze kadar diğer güçlü devletler tarafından böyle bir dengeleme politikası uygulanmamış olması, diğer bir deyişle, Amerikan liderliğine karşı başka rakip büyük güçlerin ortaya çıkmaması, bu teorinin beklentilerinin aksine bir durum olarak görülebilir. Bu durumu, Amerika’nın güç unsurlarının büyük kapasitesi ile politikalarını değişik bölgelere göre şekillendirme becerisinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Şöyle ki, Avrupa’da, özellikle Balkanlar’da, ABD yatıştırıcı ve sorun çözücü politikalar izlemiş, Orta Doğu’daki siyasi kararlarının ise, böyle planlamamış olsa da, düzen bozucu ve istikrarsızlaştırıcı sonuçları olmuştur. Bu makale son yirmi senedir devam etmekte olan Amerikan hegemonyasını teorik ve ampirik olarak kritik bir gözle analiz edecek ve teorinin beklentilerinin neden gerçekleşmediğini ortaya koymaya çalışacaktır.

GİRİŞ
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılması ile birlikte iki kutuplu uluslararası sistemden
tek kutuplu bir sisteme geçildiği konusunda yorumcular arasında fikir birliği
vardır. Ancak asıl tartışma, bu tek kutupluluk durumunun1 uzun süreli mi olacağı,
yoksa kısa sürede sona mı ereceği konusunda yaşanmaktadır. Tek kutupluluğun kısa
süreli olacağını ifade edenler, ekonomik açıdan hâlihazırda çok kutuplu bir dünyaya
geçildiğini vurgulamakta, askeri ve siyasi alanlarda da Amerikan hegemonyasının
yakın tarihlerde sarsılacağını iddia etmektedirler. Amerikan tek kutupluluğunun
uzun soluklu olacağını düşünen uzmanlar ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri,
siyasi ve ekonomik güç unsurları bakımından dünya tarihinde eşi görülmemiş
bir üstünlüğe sahip olduğunu ifade ederek, kısa ve orta vadede Amerika’nın gücünü
sarsabilecek adayların ortaya çıkmasının pek olası olmadığını vurgulamaktadırlar.
Bu makalenin amacı, 1991 sonrası tüm dünyaya yayılan Amerikan hegemonyasını
teorik ve ampirik olarak ayrıntılı bir analize tabi tutmak ve uluslararası ilişkiler teorisindeki
tek kutupluluk tartışmasını bütün yönleriyle ortaya koymaktır.

1. TEK KUTUPLULUK: AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ VE
DÜNYA HEGEMONYASI
Yirminci yüzyılın başlarında dünyadaki en güçlü devletlerden biri olan ABD, bir
süre dünya siyasetinde aktif olmaktan kaçınmış, ancak 2. Dünya Savaşı sonunda
Sovyetler Birliği ile birlikte iki süper güçten biri olarak çift kutuplu dünya düzeni
içinde yer almıştır. 1991 sonrasında ise, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu
dünyadaki tek süper güç olarak uluslararası sistemi düzenlemeye çalışmaktadır.
ABD söz konusu olduğunda öncelikle vurgulanması gereken unsur, kuruluşundan
beri bu devletin izlediği dış siyasetin yayılmacı unsurlar taşıdığıdır. Aslında Soğuk
Savaş döneminin her iki süper gücünün tarihlerine bakıldığında, ikisinin de
“yayılmacı devletler” oldukları görülecektir. Geçmişte topraklarını genişletmiş ve
etki alanları oluşturmuş bu iki devletin, yayılmasının küresel boyutlara ulaşması
sonrasında, aralarında ihtilaf çıkması da beklenmekteydi.2 1945 yılından itibaren
uluslararası siyaset “iki kıta-devlet” tarafından hükümranlık altına alınmıştır. Burada
ilginç olan nokta, Avrupalıların asıl korkularının Amerikan emperyalizmi değil,
Amerikan izolasyonu olduğudur.3 Sonuç olarak, iki süper güç, hemen hemen her
kıta ve her okyanusta askeri ve siyasi olarak mevcudiyet sergiler hale gelmişlerdir.

...


25 Kasım 2013 Pazartesi

İktisat Tarihi Bağlamında Küresel Ekonomik Kriz

Ahmet Faruk Aysan & Mehmet Fatih Ulu
2008 yılında patlak veren son küresel iktisadi kriz, tüm zamanlara hitap eden iktisadi kuram ve prensipler geliştirmenin kolay olmadığını bir kez daha gösterdi. Modern iktisat bilimi, iktisatçıların ortak bir dil kullanabilmesi adına asıl amacı olan davranışları anlamaya çalışmak yerine matematiksel modellerin kolaylaştırıcılığını ve hükmedilebilirliğini tercih etti. Şekil özün önüne geçerken şekle bağlılık temel soruların yetkin bir şekilde sorulmasını ve tartışılmasını kriz sonrasına bıraktırdı. Matematiğin iyi tanımlanmış, kesin önermelerde bulunmaya elveren üslubu bilimsellik kaygısıyla birleşerek şekilciliğin çekiciliğini artırdı. Bu yaklaşımın, çoğu iktisatçı için bir tercih olduğunu söylemek doğru olmaz. İktisatta hakim olan görüş zaman içinde oluşan kurumsal yapı sayesinde çoğu iktisatçı için söz konusu şekilcilik anlayışını bir tercih olmaktan çıkarmıştır. Nihai olarak iktisadın bir tercihi olan bu yöntemsel yaklaşımın maliyetleri küresel kriz ile daha belirgin bir hale gelmiştir. İktisadi modellerin üzerine oturduğu temel varsayımlar ve bu iktisat metodolojisi sorgulanır hale gelmiştir.
Devamını okumak için buraya tıklayınız.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması

Ramazan Erdağ, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Akademik İncelemeler Dergisi, 8,1: 2013


Özet
Türkiye’nin dış politikası dinamizm ve aktivizmi ile dünya siyasetinde 
cazibe, müzakere ve tartışma merkezi olmuştur. Dış politikada kayıtsızlık 
ve gelenekçilik yerine çok boyutlu ve etkin yeni bir yaklaşım benimseyen 
Türkiye, bölgesel ve küresel politikalarda hayati ve güçlü pozisyonları 
kapsama ve uygulama noktasına getirmiştir. Bu yeni dış politikanın 
mimarı Ahmet Davutoğlu ülke içinde ve dışında çok ses getiren bir 
yaklaşım olarak kabul edilen yeni bir politik vizyon ortaya koymuştur. Bu 
çalışmanın konusu Türkiye’nin dış politika davranışındaki yeni vizyonun 
kuramsal ve pratik yansımalarını araştırmaktır. Bu bağlamda çalışma, 
Stratejik Kültür kavramını ortaya çıkarmakta ve Iain Johnston’un 
kuramsal çerçevesini kullanmaktadır. Türkiye’nin yeni stratejik kültürü 
ve dış politikadaki yansıması bu çalışmanın temel çözümleme birimleri 
ve çalışma alanlarını oluşturmaktadır.

Giriş

Türk dış politikası geleneksel yapısı itibari ile “bekle gör” anlayışı 
temelinde şekillenmiştir. Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında bölgesel 
ve uluslararası sorunlarla karşı karşıya bulunan Türkiye’nin 
genelde kendisinden beklenen rolü üstlenemediği görülmüştür. 
Son dönemle birlikte Türk Dış Politikasında önemli bir dönüşüm 
yaşanmaktadır. Bu dönüşümün mimarı olarak nitelendirilen Prof. 
Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli eseri Yeni Türk 
Dış Politikasının ana parametreleri konusunda önemli ipuçları 
vermektedir. Davutoğlu Türk Dış Politikasının yeni normlarının 
özgürlük ile güvenlik arasında kurulacak yeni bir bağlantı, komşularla 
sıfır problem ilişkisi, çok boyutlu-çok kulvarlı dış politika, yeni 
bir diplomatik üslup ve ritmik diplomasiye geçiş temelinde olması 
gerektiğini ifade etmektedir. Türkiye bu yeni anlayışla birlikte, yakın 
gelecekte birikmiş sorunlarına çözüm yolları geliştirerek, uluslararası 
kuruluşlarla yakın işbirliği ile birlikte bölgesinde bir güç, uzunca bir 
süredir ihmal ettiği bölgelerle geliştirilecek diplomatik ilişkilerle de 
küresel bir aktör olma iddiasını taşımaktadır. 

Coğrafi olarak dünyadaki muhtemel kriz bölgelerinin yanı 
başında bulunan Türkiye’nin bu yeni girişimleri ile birlikte, Irak ve 
Gürcistan’da yaşanan krizlerde önemli bir arabulucu rolü üstlenmesi 
“başkalarının sorunları ile ilgilenme” ve “tarihi sorumluluğunu” 
yerine getirme gibi idealist temelli bir anlayışın bir uzantısı olarak 
görülebilir. Bu kapsamda Türkiye’nin içinde yer almayacağı bölge 
politikalarının uygulanmasının ne denli zor olduğu da gösterilmeye 
çalışılmaktadır. Bu durum hem bölgesel hem de küresel ölçekte 
Türkiye’nin kendi öneminin farkına vardığını göstermesi açısından 
oldukça manidardır. Peki, bu bağlamda Türkiye’nin yeni dış politikası 
nasıl okunmalıdır? Yeni Türk dış politikasını açıklayabilecek en iyi 
kuram hangisi olabilir? Çalışma yeni Türk dış politikasının analizini 
uluslararası ilişkiler teorisinde 1970’li yıllarla birlikte ortaya çıkmaya 
başlayan stratejik kültür kuramı ile ele almaktadır. Bu yönüyle 
Türkiye’nin dış politikasının kuramsal çerçevesi stratejik kültür 
yaklaşımına göre incelenecektir

...

Makalenin tam metni için, tıklayınız.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page


 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı