.
Divan Edebiyatı alanında yaptığı çalışmalarıyla adından sıkça söz ettiren ve klasik edebiyatımızı bugünün insanına sevdiren Prof. İskender Pala 'Hayatları şiirleri içinde gizli' dediği Aşki, Ali Ruhi, Sadi'nin aşk hikayelerini 'Aşkname' adıyla yayınladı. Kitapta bir de kadın şair var: Nigar Hanım. Fakat Nigar Hanım, bir gazeliyle sıradan bir şairin ilhamı oluyor hikayede. Pala, 'Belki de kadın olduğu için Nigar Hanım'ı yazmaya cesaret edemedim. Ne de olsa Allah aşkı yaratırken sevmeyi erkeğe, sevilmeyi kadına yazmış.' diyor. Aşkname'nin asıl kurgusu beş yüzyıldan beş aşk hikayesi üzerine kurulmuş. Yazar, 'XIX. yüzyıldan geriye doğru giderek her yüzyıldan bir şair üzerinde yüzyıllar boyunca aşk anlayışımız nasıl değişti?' sorusunun peşinden gitmiş. Kitabı aldığınızda dört hikaye görünce şaşırmayın. Beşinci hikaye Kitab-ı Aşk'ın içinde 'Pervanenin Kanatlarında' adıyla kayıtlı. Sonraki baskılarda bu da Aşkname'ye dahil edilecek. Okur, bu hikayeleri periyodik bir sırayla okuduğunda ise bir bütünsellik içinde aşkın dönüşümünü algılayabilecek.
Attar'ın bir Aşkname'si var. Siz niye bu ismi seçtiniz kitabınıza?
Atar, büyük usta!.. Aşkname de ayrıca benim kaynaklarım arasında. Onun öykülerinden ilham almadığımı söyleyemem. Yazdığım hikayelerin tamamen aşk üzerine olması belki de bu adın tercihinde önemli rol oynadı. Ayrıca Atar gibi bir ustanın malını eskilerden alıp bugüne satmak, bir kusur değil, bilakis bir meziyet de sayılabilir. Hani Şeyh Galib Dede Hüsn ü Aşk önsözünde Mevlana'yı kastederek diyordu ya: 'Esrarını Mesnevi'den aldım / Çaldım, veli miri malı çaldım' Öte yandan, kitaba bu adı teklif eden kişi, kitabın müsveddelerini ilk okuyan editörümüz Sevengül Sönmez idi. Muhtemelen bu ad ile okuduğu metinler arasında bir yakınlık bulmuştu, bana 'Adı Aşkname olabilir!' dediğinde hiç itiraz etmedim.
Yollarda başlıklı dördüncü bölümde yazıcının notunda 'aşk u alaka bahsi'nin daima gizli tutulduğu yazıyor eski dönemlerde. Sırrın, aşk içinde bu kadar büyük bir yer kapladığı zamanlara dair sahici aşk hikayeleri bulmak zor olmadı mı? Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk'ı yazarken iğne ile kuyu kazdığınızı söylemiştiniz. Aşkname nasıl bir uğraşın sonucunda ortaya çıktı?
Bu konuda önce bir hikaye anlatayım isterseniz. Günlerden birinde Leyla'ya sormuşlar:
Kays mı seni daha çok sevdi, sen mi Kays'ı?
Hiç düşünmeden atılmış biçare Leyla:
Elbette ben onu daha çok sevdim.
Peki buna delilin nedir? O senin uğrunda çılgına dönüp de adı Mecnun'a çıkmışken nasıl onun aşkından daha ziyade bir aşka sahip olduğunu iddia edersin.
Leyla'nın cevabı çok samimi olmuş:
O bana olan aşkını gitti ona buna anlattı, adımı dile düşürdü; bense onun sevgisini işte şuramda, ta yüreğimin içinde saklayıp durdum da kimseciklerle paylaşmadım. Şimdi ben onu daha çok sevmiş değil miyim sizce?!..
Leyla'nın ona buna anlattığı dediklerine bir bakın siz; dağlarda kurtlar, ceylanlar, güvercinler, aslanlar... Yani hepsi dilsiz, hepsi konuşma yeteneğinden yoksun. Leyla buna rağmen diyor ki aşkımı başkalarıyla paylaştı, bense hiç kimseciklere söylemedim, hep sakladım. İşte bu yüzden aşk bir sırdır. Belki de bu yüzden eskiler sevgilinin adını dillendirmeyi ayıp saymışlardır. Sevgilinin kim olduğu, nerede olduğu kimseciklere söylenmez. Hele sevgili ile arada olup bitenler yani aşk u alaka bahsi bir mahremiyettir. Seven ile sevilenden başkasını ilgilendirmez. Hele bugünün gençlerinin yaptığı gibi iki sevgili arasında geçenlerin üçüncü kişilere ballandıra ballandıra anlatılması ne büyük densizliktir?
İmdi, elbette bu derece gizliliğin bulunduğu geçmiş zamanlardan beşeri aşkları (siz buna sahici dediniz, oysa asıl sahici aşk, hiç kimsenin bilmediğidir bence) süzüp çıkarmak hayli zor oldu. Zaten biz de her bir hikaye için pek çok tedkik ve tetebbuatta bulunarak işe koyulduk. Eski biyografi kitapları aşk u alaka bahsini neredeyse hiç yazmamışlardır. Tarih kitapları ise kronoloji çizelgeleri misali, duygulara fazla yer vermezler. Bizim yapmaya kalkıştığımız iş ise geçmiş zamanların duygusal alanlarını keşfetmek idi. Bunun için bazen remizlerden, bazen beyitlerden, bazen küçük bir anekdottan renk çalmaya çalıştık. Elbette mesleğimin klasik şiir olması burada çok işime yaradı. Çünkü Divan Edebiyatı aşkın has bahçesi sayılır ve orada aşk ırmağı bir baştan binlerce başa ayrılır. Bize kalan hangi mecrayı takip edeceğimizi kestirmek oldu.
Kitaptaki Divan Şairleri Aşkî, Ali Ruhi ve Sirozlu Sadi'nin kahramanı olduğu hikayeler var. İlk hikaye olan Şehnaz Beste'de ise Şair Nigar Hanım'dan bahsediliyor ama asıl kahramanımız değil. Bu şairleri seçmenizin sebebi nedir?
Doğrudur, Aşkname'deki hikayelerin kahramanları ekseriya şairlerden seçildi. Bunu bilerek yaptığımı itiraf etmeliyim. Çünkü az evvel söylediğim gibi eskilere dair beşeri (tensel) aşk öyküleri bulmak hayli zordur. Şairlerin anlattığı aşklar, çok zaman birkaç katmanlıdır ve siz onu okuduğunuzda arzu veya meşrebinize göre anlayabilirsiniz. Yine de bu şiirlerde onlar kendilerini ele verirler. Dikkatle okunduğunda, şiirin satır aralarında beşeri ilişkilerini gizledikleri görülür. İşte bu yüzden biz bu hikayeler için o şairlerin hayatlarıyla birlikte şiirlerini de hatmederek hikayeyi kurgulayabildik. İşin ilginç yanı, araştırmalarımız derinleştikçe onların o çok saygın şair kimliklerinden öte hayatlarını sıradan insanlar gibi yaşadıklarını gördük. Her bir hayat ayrı bir dram, bazen derin bir trajedi imiş. Biz şimdi onları tarihe malolmuş şairler olarak anıyor ve şiirlerini ona göre okuyoruz. Acı çektiklerini, sevindiklerini, üzüldüklerini, güldüklerini veya ağladıklarını pek hesaba katmıyoruz. İşte bu yüzden Aşkname'nin kahramanlarını birer şair olarak araştırırken aslında atalarımızla karşılaştım diyebilirim. Bazen izbe sokaklarda hüzünlü, bazen loş koridorlarda ağlamaklı, nadiren de saraylarda şen şakrak...
Aşki, Ali Ruhi, Sadi, hepsi birer divana sahip şairler. Hayatları şiirleri içinde gizli. Nigar Hanım ise bir gazeliyle sıradan bir şairin ilhamı olmuş durumda. Belki de kadın olduğu için Nigar Hanım'ı yazmaya cesaret edemedim. Ne de olsa Allah aşkı yaratırken sevmeyi erkeğe, sevilmeyi kadına yazmış. Aşk ki sevilmekten ziyade sevmenin adıdır, tekildir. Şehnaz Beste'de bile sevilen Hayal Banu üzerinden anlatılan hikaye aslında sevenin öyküsüdür. Üstelik ben o şairi de biliyorum, ama adını kayda geçirmedim. Buna da sevenin adını dillendirmemek diyelim isterseniz...
Şehnaz Beste içinde andante, rondo, sonat gibi batı müziğine ait terimlere yer veriyorsunuz. Bir yandan da hikaye içinde Dilşeker tanburu ile şehnaz bir beste geçiyor. Burada bir tezatlık var. Bu terimleri bölüm başlığı olarak kullanmanız, hikayenin akışı içindeki temposuyla ilişkili bir seçim mi, yoksa farklı bir anlam barındırıyor mu?
Ara başlıklar batı müziğindeki akışa uygun olarak belirlendi, çünkü Hayal Banu XIX. yüzyılın değişim sancılarını en derinden hissetmiş bir münevver kadındır. Kendi oğluna ve torununa Türk'ün öz musıkisini öğretirken bile bu değişime bir baş kaldırı tavrı koymaktadır. Kimlik problemlerinin ülke katmanlarını kuşattığı bir çağı vermek istedim. Bu kimlik sonuru içinde aşkın sekerat halinde nasıl çırpındığını, anlayışların nasıl değiştiğini, insanların duygulardan ziyade kazançları, manadan ziyade maddeyi benimsemelerindeki aymaz tavrı vermeye çalıştım. Öze dönüş ve kendi kendisi olabilmek!.. Benim için önemli bunlar.
Yine aynı hikaye içerisinde Hayal Banu'nun zamanla evrilen sevgi tanımlamaları var. Sevgi, merhametin, aynı lisanı konuşmanın, aynı hedefe bakmanın... ve bunun gibi binbir türlü şeyin adı oluyor zamanla. Kitabın tamamında farklı aşk tanımları, aşkı farklı şekillerde yaşayan insanların hikayeleri var. Aşkname'de asıl hedeflediğiniz neydi?
Sevginin de, aşkın da katmanları olduğunu vurgulayabilmek için sıraladım bu tanımları. Fuzuli bir gazeline; Bende Mecnun'dan füzun aşıklık isti'dadı var. Aşık-ı sadık benim Mecnun'un ancak adı var diyerek başlar. Bu basit gibi görünen beyitte kelimelerle oynayarak pek çok incelik göstermiştir üstad ama ben burada bir tanesini öne çıkararak sorunuzu cevaplandırmaya çalışayım. Diyor ki şair 'Bende Mecnun'dan daha ziyade aşıklık istidadı vardır. Sadık (sadakatli veya hakiki) aşık benim, Mecnun'un ise adı çıkmış işte!' Dikkat buyurulursa aşkın bir istidat olduğunu söyledi. Ben bunun doğru olduğuna inanırım. Yani her insanın ruhunda aşk için belli miktarda bir yetenek vardır. Herkes yeteneği ölçüsünde aşktan nasibini alır. Bazen aşka yetenekli olup bunu hiç geliştiremeyenler çıktığı gibi, bazen yeteneğinin son zirvesine kadar yükselenler de vardır. Tıpkı diğer yetenek alanları gibi. Söz gelimi bir basketbolcuyu düşünelim. Allah onu uzun boylu yaratmış ve içine de basket oynama yeteneği koymuşsa, o da çocukluğundan itibaren spor salonlarında çalışmalarını sürdürmüşse yeterli zaman içerisinde bir Kerim Abdülcabbar olması tabiidir. Ama öte yandan aynı kişi ücra bir köyde doğmuş ve hiçbir spor salonuna yolu uğramamışsa, üstelik de basketbol diye bir oyundan bile haberdar değil ise, doğduğu köyde nasipsiz biri olarak büyür, yaşar ve ölür. Demek ki aşk için önce yetenekli yaratılmış olmak, sonra da o yeteneği aktif hale getirmek gerekiyor. Bu süreç öyle ulvi bir süreçtir ki, asla 'aşk' adıyla 'yapmak' eylemi yan yana gelebilemez. Çünkü biri manayı, diğeri maddeyi temsil eder. Ama mesela 'aşk' kelimesiyle olmak' kelimesi birbirini tamamlar. Bu durumda biri arazı, diğeri cevheri ifade eder. Aşknamede ben aşk ile sevginin ayrı olduğunu, aşk zannedilen şeylerin çok derinlerde kök saldığını, aşk kelimesini uluorta kullanmamak gerektiğini, aşkın asaletini ve saygınlığını vurgulamaya çalıştım. Onu gerçek yerine oturtmak, aşka eski itibarını kazandırmak gerekmektedir ve bunun için bu coğrafyanın gençleri uygun genleri taşımaktadır. Değil mi ki dedeleri Aşkname'de anlatılan derin aşkları yaşadılar!..
Kitapta bana göre en acıklı ve ayrıcalıklı hikaye Sadi Çelebi'ninki. Acıklı kısım malum, sahte bir sevgiliye sadakat ve aldatılmak. Hikayeyi ayrıcalıklı kılan da 2005 yılında bulunan mektuplarla tamamlanması. Ama sizin yüreğinizi sızlatan daha çok bu aşkın mahremiyetini okura sunmak olmuş galiba...
Sadi, Cem Sultan ile birlikte bütün kafiristanı dolaşmış bir aşk eri. Trajedisi yüzyılları kuşatmış neredeyse. Onun için ağlamamak kabil mi? Elbette her aşkın mahremiyetine saygı göstermek gerekir. Biz onu anlatmakla mahremiyetine halel getirdiğimizi düşünmüyoruz. Bilakis onun aşkını öğrenen okuyucu ona saygı gösterecek, öğrendiklerinden yola çıkıp kendi aşkının mahremiyetini keşfedecek diye umuyoruz.
Aşkname'deki bölümler arasında birbirine göndermeler olduğunu söyleyebilir miyiz? Bununla ilgili okura bir kaç ipucu verebilir misiniz?
Aşkname'nin asıl kurgusu beş yüzyıldan beş aşk hikayesi üzerine kurulmuştur. XIX. yüzyıldan geriye doğru giderek her yüzyıldan bir şair üzerinde yüzyıllar boyunca aşk anlayışımız nasıl değişti, dönüştü, gelişti veya geriledi bunu anlatmaya çalıştık. Bu yüzden hikayeler periyodik bir sıra ile okunduğunda bu değişim süreci algılanabilir, ancak tek başına bir hikaye de kendi başına bir bütün oluşturur. Kitapta halen dört hikaye yer alır. Beşinci hikaye Kitab-ı Aşk'ın içinde 'Pervanenin Kanatlarında' adıyla kayıtlıdır. Daha evvel neşredildiği için şimdilik kitaba dahil edilmedi. Muhtemelen Aşkname'nin ikinci baskısında okuyucuya onu da sunmuş olacağız.
.
.
.
1 yorum:
"Ne de olsa Allah aşkı yaratırken sevmeyi erkeğe, sevilmeyi kadına yazmış." Demek Allah aşkı yaratırken Pala da onun yanındaymış :).. "Aşk ki sevilmekten ziyade sevmenin adıdır, tekildir." Öyle olmalı ki Pala ve Alası röportajı bile "ben" ile başlayıp "biz" ile bitiriyorlar.. Yazık olmuş zavallı şaireye, fıtratına uygun davranamamış; ve tüh olsun o Leyla'ya Pala'ya demeç vermiş... Nasıl bir megalomanidir bu, sır buradadır!!!...
Yorum Gönder